26 Mayıs 2010 Çarşamba

Top 10: The Bucket List

Bir süredir ara verdiğimiz Top 5 listelerimize geri dönüş yapıyoruz. Hatta bu listeleri yapmadığımız zamanların acısını çıkartmak için Top 10 yapıyoruz bu seferlik. Konumuz biraz değişik bu kez; pek de konvansiyonel değil. Bakalım, beğenirsiniz umarım.


 "Bucket List"

Hepimizin kendince "bunu mutlaka yapmalıyım" dediği şeyler vardır hayatta. Günlük iş yoğunluğundan, hayatın default hengamesinden dolayı öyle her dakika aklımıza gelmiyor bu tip şeyler maalesef. "Bucket List"i seyrettiyseniz hatırlarsınız. Orada bile 60'ına gelmiş iki adam daha yeni yeni bir liste haline getiriyorlardı hayatta mutlaka yapmak istedikleri şeyleri. Oysa aslında hayatını bunlar uğruna yaşamalıdır bir insan; ancak öyle mutlak keyif alınır hayattan gibi geliyor bana. Neyse efendim, mümkün mertebe azaltmak suretiyle 10 maddeye indirmeye çalıştım kendi listemi. Önceliğe veya öneme göre herhangi bir sıralama yoktur. Sizinkileri de duymak, görmek, okumak ister gönül comment olarak.

Le List de la Bucket 
 "lö list de la bukö" diye okunur :)

1- Şükrü Saraçoğlu'nda dolu tribünler önünde 15 dakika bile olsa Fenerbahçe formasıyla ve takımdaki gerçek futbolcularla oynamak. Opsiyonel olarak beraber oynayacağım 11'i de seçebileceksem eğer:

Schumacher - Gökhan Gönül, Lugano, Uche, Roberto Carlos - Oğuz Çetin, "Erdem Özkan", Rıdvan Dilmen, Tuncay - Van Hooijdonk, Alex



15. Dakikada benim yerime oyuna Anelka girsin, Alex orta sahaya çekilsin, Anelka forvete geçsin lütfen, teşekkürler. Bir grup taraftar oyundan çıkarken beni yuhalasın, buna karşılık Aziz Yıldırım ayakta alkışlasın. Ha bir de Teknik Direktör Aykut Kocaman olsun, vasiyetimdir.

Not: Bu kadro elbette ideal bir Fenerbahçe kadrosu değildir. Tamamen "şununla da oynamış olayım" diyerek oluşturulmuştur. Futbol bilgime sövmeyiniz :) 


2-  Nick Hornby ve Terry Pratchett'la birlikte kahvaltı, brunch, öğlen yemeği, beş çayı ve akşam yemeği... Hepsi ya da herhangi biri kabulümdür. Şundan bir ay önce olsa ikisiyle de ayrı ayrı olsun bu organizasyon derdim, Pratchett'ın -muhtemelen- sınırlı futbolseverlğinin Nick Hornby'le oluşabilecek sınırsız futbol geyiğine  ket vurabileceğini düşünerek. Lakin Pratchett'ın son kitabı (Unseen Academicals) göstermiştir ki, her İngiliz doğuştan futbolu sever, futbol-sever doğar. Organizasyonun Londra yerine İstanbul'da gerçekleşmesi tercihimdir (ki benden sonra başkaları da istifade edebilsin muhteşem ikiliden, evet).



 




Terry Pratchett ve her zaman taktığı şapkası... Hemen ardından da en son "An Education" kitabıyla yine o sevdiğimiz "İngiliz usulü Hollywood filmlerine" hammade sağlayan Nick Hornby 


3- Herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda sağlam bir orkestrayla başta Tuesday's Gone olmak üzere, Green Onions ve  Sweet Home Chicago çalmak. Aklıma gelmeyen başka şarkılar olabilir, onları da Anchor yaparız. Seçme şansım olsa söz konusu konserin Chicago House of Blues'da (HoB) gerçekleşmesini isterdim. Elbette orkestra olarak da "The Blues Brothers Band" fena olmazdı hani. Yanına BB King de mi koysak ne yapsak, hmm...


House of Blues... Üst tarafta farklı dinleri simgeleyen sembollere dikkat... "All Are One"


Alternatif olarak: Yine benzer şekilde profesyonel bir orkestrayla, hatta ve hatta Big Band'le, stüdyoya girip My Way, You're the Sunshine of My Life ve New York, New York söylemek ve bunu kaydetmek. Satmak için değil, eşe dosta dağıtmak için. İki müzisyen arkadaşım evlenirken davetiye yerine kapağında kendi fotoğraflarının bulunduğu 3 şarkılık buna benzer bir CD hazırlamışlar stüdyoya girip. Kendilerine de selam olsun buradan, iyi fikirdi. Hala dinliyorum :)


4- Ercan Taner'in sunduğu, Rıdvan Dilmen'in yorumladığı, canlı yayımlanan bir maçta ikinci yorumcu olmak ve Rıdvan'dan önce "Gol olur" demek... Olayın değerini arttırmak adına söz konusu pozisyon Türkiye'nin yer aldığı bir milli maçta gerçekleşmelidir. Aynı zamanda golü rakip oyuncu kendi kalesine atarken bilmeliyim ki kıymeti olsun. Yoksa "kolay zaten, bunda bir şey yok ki" diyebilir Rıdvan Dilmen. :)


5- Herhangi bir NFL Super Bowl karşılaşmasını yerinden, kanlı canlı izlemek... Yok, düzeltiyorum. Herhangi bir Super Bowl değil, San Francisco 49ers'ın oynadığı bir Super Bowl olsun bir zahmet. Maçın Los Angeles Rose Bowl'da oynanması tercih sebebidir. Oralar çok da soğuk olmaz hem Super Bowl zamanı, üstü açık da olsa stadın seyrederiz paşa paşa.


Pasadena'daki Rose Bowl Stadyumu. Amerikan Kolej Ligi takımlarından USC'nin evi... 

Indiana'daki 81.000 kişilik Notre Dame Stadı


Bunun yedeği, ya da B şıkkı diyelim, şudur: Herhangi bir Notre Dame Fighting Irish maçını canlı izlemek. Sezonun son maçı olması tercih sebebidir.


6- Sağlam sponsorlarla, televizyondan canlı yayımlanacak şekilde Türkiye'de bir IDSF World Championship düzenlemek ve bu organizasyonu başından sonuna tamamen üstlenmek. Bilmeyenler için: IDSF (International Dance Sport Federation) dans sporunun FIFA'sı olur. World Championship de bu sporun en iyilerinin katıldığı yarışmadır. Yıllarını bu spora vermiş, yarışmadan yarışmaya sürüm sürüm sürünmüş bir adam olarak haliyle en büyük hayallerimden biri de budur. Hayal kırıklığı yarattıysak, mazur görünüz, idealistim spor konusunda biraz. Alışmış kudurumuştan beterdir misali, hem bıkıp bırakıyoruz bu işleri, sonra da hayaliyle yatıp kalkıyoruz işte. :)

2009 IDSF World Champ Maribor, Slovenya'daki bu salonda yapılmış. (Smiley'le nasıl burun kıvırılır bilemedim, siz gözünüzde canlandırın bir zahmet...) Bu organizasyonu Türkiye alsa ne salonlarda, ne otellerde yapılır, bir daha da başka ülkeye vermezler emin olun.


7- Büyük bir spor kulübü veya federasyonda yönetici olarak görev yapmak. Tercihim elbette Fenerbahçe ve Türkiye Futbol Federasyonu olurdu ancak benzer kurumlara da hayır demezdim hani. Evet, konu spor olunca hem idealistim, hem profesyonelim suç mu!? :)

8- Uçak kullanmak. Öyle yalandan havadaki uçağın kokpitine girip, iki dakikalığına koltuğa oturmak değil elbette. Adam gibi gidip eğitimini alıp, Cessna'yla falan başlayıp sonra bir yolcu jeti uçurmak isterdim. Uzun mesafe uçalım, kıtalararası gidelim, hatta Karayipler'de bir yerlere inelim mümkünse. Tatil yapar döneriz fena mı olur işte...Hmm... İşin rengi nasıl da değişiyor altımda uçak olunca değil mi? "Bodrum neyine yetmiyor aç gözlü herif!" :) Eh oraya arabayla gitmek daha keyifli, ne o öyle uçakla 45 dakikada bitiveriyor yol. Nerede bunun molası, çöp şişi, tostu, ayranı? Yolculuk dediğin biraz uzun olur, ancak o zaman keyfi olur... O zaman şöyle özetleyelim bu başlığı: Kendi kullandığım uçakla, aileyi, eşi dostu, sevdiceği de alıp Karayipler'e gidip, orada tatil yapmak. Budur.

"Lost" esprisi yapmıyorum. Biliyorum ki aranızda "lostzedeler" var. :) Ama fena da olmazdı hani şu manzaranın üzerinde uçmak...

9-  Jack Black, John Cusack, Michael J. Fox, Christopher Lloyd gibi adamların oynadığı bir filmde "Cameo" olarak yer almak. Nasıl olsa bu adamların oynadığı tüm filmleri toplayıp arşivliyorum. İlla ki onu da alırdık, yoksa ben gözüküyorum diye değil yani, ne alakası var! Ha bu arada Jessica Biel'le falan böyle hafifen samimi bir sahnem olursa çok makbule geçer sevgili yönetmenim... (Stephen Frears ya da Jon Favreu olur muhtemelen kendisi bu arada, öyle uygun gördüm.)


 10- Gidip, parası neyse verip, ne kadar zaman gerekiyorsa ayırıp, icabında yıllarca uğraşıp okyanusta o dalgaların arasına çıkabilecek kadar Surf yapmayı öğrenmek. Akabinde muhtemelen önce Pasifik, ardından Atlantik ve son olarak da Avustralya sahillerinde bu zevki yaşamak isterdim. Lakin bendeniz çöldeki deve (bedevi diyenler de var) misali bir adam olduğumdan, dünyada en çok köpekbalığı saldırısına rastlanan yer olan Avustralya sahillerinden sağ çıkmam pek mümkün olmazdı herhalde. O bakımdan benim açımdan Antartika'ya gidip penguen sevmek daha güvenli bir seçenek sanırım. (Böyle de bağlar, sıkıştırırım iki dileği tek maddeye...)





Genel Not: Tüm bu aktiviteler elimizde bir zaman makinasının bulunmadığı göz önüne alınarak tasarlanmıştır. Yoksa yaratıcılıkta sınır tanımam da, neyse...

 Benden bu kadar. Sizin listelerinizi görelim, belki kopyalamak istediğimiz bir şeyler olur. "Yok ben vermem kimseye hayallerimi" derseniz, takas ederiz canım nedir yani!? :)


" ...."

24 Mayıs 2010 Pazartesi

"Devrim" ve Sonrası


Şampiyon Bursaspor'lu futbolcular attıkları bir gol sonrası "Timsah Yürüyüşü"yle sevinirken... (2010)

Turkcell Super Lig 2009-2010 sezonunu şampiyon olarak tamamlayan ve "Anadolu Devrimi"ni gerçekleştiren Bursaspor'u artık daha zorlu bir mücadele bekliyor. Bursaspor, 1959'dan bu yana İstanbul dışından sadece tek bir şampiyon çıkartabilmiş bir ülkede imkansızı başardı. Üstelik de bu başarıyı takımı henüz 1,5 sene evvel devralan genç bir teknik direktörle yakaladı. Kimilerine göre bu başarıda Bursaspor'un istikrarından çok İstanbul kulüplerinin inişli çıkışlı ve genelde son sezonlara bakıldığında düşüşte olan grafikleri daha büyük rol oynadı. Elbette en büyük pay şampiyonluğu son maçta, kendi evinde elinden kaçıran Fenerbahçe'nin, bu bakış açısına göre. Ancak Bursaspor gibi tarihinde "ilk üç" deneyimi bile olmayan, ülkenin en ateşli seyircilerine sahip bir kulübü, hatta ve hatta koca bir şehri şampiyonluk stresine sokmadan idare etmek bile başlı başına büyük bir başarıdır. Bu yüzden Ertuğrul Sağlam'ı kutlamak ve O'nu kovalarcasına gönderen Beşiktaş yönetimine teşekkür etmek gerekir.

Bu da "Timsah Yürüşü"nün mucidi Mususi'nin önderliğinde eskilerden bir gol sevinci. (http://forum.exbilgi.com/lofiversion/index.php/t42224.html)

Şimdi soru şu. "Bu şampiyonluk Bursaspor'u "5. Büyük" yapar mı?" Aslına bakarsanız kağıt üzerinde yaptı bile... Malum, günümüzde futbol kulüplerinin en büyük gelir kapısı yayıncı kuruluştan gelen sıcak para. Bu paranın büyük bölümü de doğal olarak ligimizde şampiyon olmayı başarmış dört takıma gidiyordu. Artık Bursaspor da bu kategoriye girdiğine göre, "Şampiyon takımlara ayrılan pay" 4 yerine 5'e bölünecek. Dolayısıyla TV gelirleri anlamında Bursaspor'un Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray ve Trabzonspor dörtlüsünden bir farkı kalmadı.

Kağıt üzerinde durum böyleyken, işin bir de gerçek boyutu var. Kabul etmeliyiz ki Bursaspor'un gerçekte "Büyük" olarak anılabilmesi için bu yıl yakalanan başarının devam etmesi gerekiyor. Bu, önümüzdeki sene de şampiyonluğun yakalanması lazım anlamına gelmiyor. Ancak en azından önümüzdeki sezon bu zamanlarda Bursaspor'u lig tablosunda ilk 4 sıranın içerisinde görmemiz gerekiyor. Kısacası devamlılık olmazsa Bursaspor geçici bir "Büyük" olmaktan öteye gidemez ve bu muhteşem başarısı da tıpkı topluca 10 yıl önceki UEFA kupasına baktığımız gibi gün geçtikçe bizden uzaklaşan bir anı olur sadece. Şöyle düşünün: Düzinelerce spor programı yapılıyor televizyonlarda. Her gün spor sayfalarında bir çok yazıya rastlıyoruz. Zaman zaman bu programlarda ve yazılarda "Üç Büyükler" terimini görüyoruz. Oysa bizim kağıt üzerinde dört büyüğümüz vardı şu ana kadar. Fakat bunlardan biri, Trabzonspor, çeyrek asırdır lig şampiyonu olamadığından zaman zaman unutuluyordu. Düşünün ki 6 şampiyonluğu olan ve futbolun bu kadar derin yaşandığı bir şehrin takımı bile büyükleri anarken unutulabiliyor. Öyleyse Bursaspor'un "Büyük" olarak anılması için kendini unutturmaması gerekiyor. 

Kağıt üzerindeki büyüklüğü gerçeğe yansıtmanın yolu devamlılıktan geçiyor dedik. Bunun için en önemli sezon önümüzdeki Ağustos'ta başlayacak 2010-11 sezonu. Bursaspor'un mevcut momentumu koruyup ligde yine tepelere oynaması şart. Bunun yanında Avrupa Şampiyonlar Ligi'ne direkt katılıyor olmanın ne kadar büyük bir hediye ve sorumluluk olduğunu da benimsemeli Bursa şehri. "Bursa Avrupa'ya gitti de ne oldu, buyrun gördük işte", ukalalığını yapmak için kalemler ellerinde, elleri klavyelerinde bekleyen o kadar çok "bilir kişi" var ki... Bunlara göz yummayıp, canını dişine takarak mücadele etmeli Bursaspor. Ertuğrul Sağlam'ın "şampiyonuz biz" şımarıklığına bir an bile müsaade etmeyeceğine ve yine çok koşan, savaşan bir ekip yaratacağına eminiz. Ancak Şampiyonlar Ligi'nde iş mücadeleyle bitmiyor. Ligimizin kalitesizliği yüzünden kendi şampiyonumuzla herhangi bir Avrupa ülkesinin şampiyonu arasında puan tablosuna bakarak sağlıklı bir karşılaştırma yapmamız mümkün değil. Ligi Fenerbahçe de şampiyon tamamlasa aynı durum geçerli olacaktı. Bu durum bizi Bursaspor'un Avrupa'da ciddi bir mücadele ortaya koyabilmesi için önemli takviyeler yapması gerektiği gerçeğiyle yüzleştiriyor. Özellikle de yabancı oyuncu kontenjanlarını Avrupa Kupaları'nda tecrübeli isimlerle doldurması gerekiyor Yeşil-Beyaz'lıların.

 Şampiyon Bursaspor'un yaratıcısı Ertuğrul Sağlam. Bundan sonra sorumluluğu daha da büyük olacak.


Bursaspor'u şampiyon yapan en önemli etken sağlam defansif kurgusu, disiplinli, sabırlı oyunu ve hızlı hücumda etkili olabilen, boş alanı seven Sercan, Ozan, Volkan gibi oyuncuları oldu. Bu oyun yapısı Şampiyonlar Ligi'nde de başarı getirebilir. Buna iki örnek verebiliriz.

İlki, önce "yenilmez" sonra da "yenildi tamam ama hayatta elenmez" denen Barcelona'yı kupanın dışına iten ve Şampiyonlar Ligi'ni kazanan İnter. Evet başlarında "bir adet" Mourinho var ve elbette Inter kadrosu ve Bursaspor kadrosu kıyaslanamaz. Ancak o kadro bile önce Barcelona sonra da finalde Bayern karşısında akıl almaz derecede başarılı bir savunma oyunuyla kazandı kupayı, muhteşem ofansif varyasyonlar veya sağdan soldan rakibine yüklenen, aman vermez bir hücum futboluyla değil. Final maçında neredeyse sadece üç kez gittiler rakip kaleye ve bunlardan ikisini gol yapıp yine kendi ceza sahalarının önüne döndüler. 2004 Yılında Rehhagel'in Yunanistan'ı bunun bir versiyon az gelişmiş halini oynuyordu ve Avrupa Şampiyonu oluyordu, ki bu da iyi bir örnektir aslında.

İkinci örnek belki Bursaspor için daha yakın ve kıyaslanabilir olacak. Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final oynadığı sezonu hatırlayalım. Lig'de tamamen kendi yarı alanına kapanan rakiplere karşı sürekli hücum etmek zorunda kalan Fenerbahçe, Avrupa maçlarında farklı bir oyun sergiliyordu. Ne de olsa rakipler Inter, Chelsea ve Sevilla'ydı. Sistem yine sağlam bir takım savunmasıyla başlıyor, topu kazanıldığında bir kontra-atak olasılığı gözükmüyorsa, mümkün olduğunca çok pas yaparak topa sahip olmayı amaçlıyordu. Eldeki oyuncular da zaten pek öyle kontra-atak futboluna uygun olmayınca, disiplinli takım savunması ve topa hakim olmayı amaçlayan, böylece hücum ederken bile savunma yapmayı sağlayan oyun anlayışı başarıyı getiriyordu.

Bursaspor'un elindeki mevcut oyuncular ikinci örneği, yani disiplinli bir şekilde, kısa paslarla oyunu riske sokmadan kontrol altında tutabilecek tarzda değiller diye düşünüyorum. Volkan, Ozan, Sercan gibi isimler daha ziyade hızlı bir şekilde rakip kaleye doğru hamle yapmayı seven oyuncular. O yüzden bu isimlerin, bu sene alıştıkları yüksek mücadele gücünü sahaya yansıtmaları ve top kazanıldığında dizginleri bırakılmışcasına rakip kaleye akın etmeleri Bursaspor adına daha doğru bir seçim olabilir. Elbette bu sistemin başarılı olabilmesi için Sercan Yıldırım'ın son vuruşlarını geliştirmesi ve gol/posizsyon oranını yükseltmesi şart. Milito'nun iki kez tehlikeli bölgede topla buluşup iki golle dönmesi sanırım buna en iyi örnek olacaktır.

Buna karşılık Türkiye Ligi'nde "Şampiyon Bursaspor"a karşı önümüzdeki sene Anadolu takımları bile daha temkinli yaklaşacaklar ve hatta belki biraz da hırslı oynayacaklar, şampiyonu yenme isteğiyle. Kim bilir, belki de bugüne dek İstanbul'un büyüklerine kapandıkları gibi Bursaspor'a karşıda kapanıp, katı bir savunma yapan takımlar görebiliriz... Bursaspor'un ve Ertuğrul Sağlam'ın önündeki en büyük engellerden biri de sanırım farklı kulvarlarda farklı taktik yaklaşımlar gerektiren bu durum olacak. Şu sıralar "Beşinci Büyük" olarak gösterilen Bursaspor, bu büyüklüğü devam ettirebilmek için çok hızlı ve kalıcı bir evrim geçirmek zorunda. Ertuğrul Sağlam, bu zorlu süreci başarıyla atlatırsa bugüne kadar bir Türk Teknik Direktör'ün yakaladığı en büyük başarıyı yakalamış olacak, Türk Futbolu'nda devrimi yaratıp, sağlamlaştırarak, bir daha yıkılmayacak şekilde.

14 Mayıs 2010 Cuma

"Yunanlı" Nedir? Yenir mi?




Hep "bu son olacak bir daha yazmayacağım bunları" diyorum ama dayanamıyorum işte. Var böyle kötü huylarım. Mesela eskiden de dans gecelerinde yanlış ritmde cha-cha yapan çiftleri gidip uyarıp, düzeltesim gelirdi. Batıyor, ne yapayım!? Hürriyet gazetesinin internet sayfasında çok sık rastlıyorum bu tip hatalara. Genellikle de Hürriyet'te rastlıyorum evet, yoksa bir garezim yok Hürriyet'e karşı, yanlış anlaşılmasın. Daha önce farklı yerlerde dile getirmiştim, burada -sanırım- ilk kez yazıyorum bu konu hakkında.

Bu yazının konusu olan haberi şurada bulabilirsiniz. Mevzu basit bir dilbilgisi sıkıntısı aslında. Ama bu denli basit bir hatayı bu kadar büyük bir medya organının nasıl mütemadiyen tekrarladığına aklım ermiyor bir türlü. Başlık: Fenerbahçe'ye Yunanlı Katil. Yanlış, haliyle. Doğrusu şöyle olmalı: "Fenerbahçe'ye Yunan Katil" veya "Fenerbahçe'ye Yunanistan'lı Katil". Kaldı ki bu son yazdığım da ilk alternatif dururken biraz yersiz bir kullanım oluyor aslında. Yani aslında "Yunanlı" diye bir şey yok. İlkokul tarih kitaplarında bile "Yunan'ı denize döktük" diye okudurk.

Şöyle bir örnekle açıklayalım. Şimdi biz Türkiye'de yaşıyoruz ve genel olarak Türkiye vatandaşlarına Türk deniyor. Yabancı bir gazete bizden bahsederken "Türklü" dese ne yaparız? "Türkiye'li" olabilir evet, Türk de tamam... Ama "Türklü" epey saçma oluyor değil mi? O zaman "Yunanlı" da saçmadır. "Atlı Süvari" demek gibi bir şey. Süvari dediğin zaten atlıdır, "atlı süvari" demek abesle iştigaldir! :) "Yunanlı" demek de bundan farklı değildir. Bir de bunun çoğul sorunu var. "Yunanlılar" demeye bayılıyor gazeteler. Yok öyle bir şey! "Yunanlar" var, "Yunan"var ama Yunanlı ya da Yunanlılar yan-lış!

Üzüldüğüm nokta bu hatanın sürekli olarak tekrarlanması. Yazdım Hürriyet'e bir keresinde, kibarca uyardım, "yanlış yapıyorsunuz" dedim. Kaale alınmamış demek ki. Kusura bakmasınlar, kendi dilini bu kadar umursamayan böyle büyük medya organları olduktan sonra, kalkıp da "Türkçe ölüyor, gençler Türkçe konuşamıyor" gibi zırvalara kimse kulak asmaz. Günde şu kadar insan giriyor, bu kadar insan "tık"lıyor diye reklam yapıyorlar, ama böyle özensiz ve umursamaz davranmaya da devam ediyorlar bir yandan. Ne anlıyoruz buradan? Hürriyet gazetesinde doğru dürüst bir tane editör yok, ben bunu anlıyorum.

13 Mayıs 2010 Perşembe

İç Transfer - Dış Transfer

Çocukluğumdan beri sezon sonlarında gazetelerde çıkan transfer haberlerinde bir acayiplik hissetmişimdir. Sonraları bunun yerini bir kafa karışıklığı almıştır ve nihayetinde, aklım ermeye başladığında, ufak çapta bir kızgınlık ve bıkkınlık. Her sene defalarca rastlıyoruz bu tip haberlere ve neredeyse tümünde bir kavram kargaşasıdır almış başını gidiyor. En son örneğine bugün Hürriyet gazetesinin internet sitesinde rastladım. Buyrunuz, başlık ve haber burada.

Galatasaray, Emre Çolak'la sözleşme yenilemiş. Haber kısaca böyle. Fakat haber bu olayı bir "iç transfer" olarak tanımlıyor. Ben de diyorum ki, "böyle transfer olmaz!". Olmaz, çünkü bu bir transfer değil. Emre Çolak zaten Galatasaray'da oynayan bir oyuncu. Başka bir takımla sözleşme imzalasaydı bir transferden söz edebilirdik. Zaten sözleşmeli olduğu kulüpte devam etmek üzere sözleşmesini uzatan bir oyuncuyu nasıl "iç transfer" sınıfına sokuyoruz anlamıyorum. Ortada bir transfer yok ki içi, dışı olsun!

Transfer ne demektir ondan başlamalı sanırım öncelikle. Transfer kelimesinin anlamları arasında, devretme, aktarma, taşıma, nakletme eylemleri ve haliyle tüm bunların isim halleri de bulunmaktadır (örn: Nakil). Kısacası, transfer etmek, bir şeyi bir yerden diğerine geçirmek anlamındadır. Bankalar da para transferi ibaresini kullanır pek çok işlem için.

Buradan hareketle, ben bu iç-dış transfer kavramlarının aslen şöyle kullanılması gerektiğine inanıyorum. Muhtemelen bu terimleri vaktinde ilk kullananlar da bu şekilde tanımlamışlardır zaten:

İç Transfer:  
Bir kulübün Türkiye'de başka bir kulüpte oynayan veya bu kulüple olan sözleşmesini tamamlamış bir oyuncuyla anlaşması ve transfer etmesi. (Örn. Rodrigo Tabata G.Ant - BJK; Gökhan Ünal TS - FB)

Dış Transfer: 
Bir kulübün bir başka ülke kulübünde oynayan veya bu kulüple olan sözleşmesini tamamlamış bir oyuncuyla anlaşması ve transfer etmesi. (Örn. Nihat Kahveci, Villareal - BJK; Joao Alves -Kiralık- Man City - GS)

Bu şekilde tanımlarsak daha mantıklı bir ayrım yapmış oluyoruz. Maksat iki -suni- transfer tipinin de farklı grupları içermesi ise elbette en mantıklısı İç Transfer'in yerli, Dış Transfer'in de yabancı oyuncular için kullanılması olacaktır. Ancak ben sevgili medyamızla bir şekilde orta noktada buluşmak istediğimden yukarıdaki gibi tanımlamaya karar verdim. Kimsenin kalbi kırılmasın, herkes mutlu olsun.