20 Kasım 2013 Çarşamba

"Jersey'den Endim Şehre"

Dün akşam izleme fırsatı bulduğum Jersey Boys ile ilgili arkadaşlarımdan "yorum yapmama yönelik" beklentiler alıyorum. Ben de biri kısa, biri de nispeten uzun olmak üzere iki versiyonda bu başarılı yapımı değerlendirmek istedim.

Jersey Boys'un orijinal afişi. Performans sırasında bu sahnenin aynısını göreceksiniz ;)


Önce kısa versiyon:
Hiç tereddüt etmeyin ve Jersey Boys'u mutlaka izleyin.
.
.
.



Şimdi de uzun versiyon.. ;)


İstanbul'un yeni sahnesi Zorlu Center PSM'yi ilk kez görme şansım oldu. Düşünenlerin, yapanların fikrine, eline sağlık. Muazzam bir sahne olmuş. Broadway seviyesinde sahne kullanımı gerektiren oyunlar, müzikaller için artık garip garip çadırlarda veya spor salonlarında toplaşmak zorunda kalmayacağız.

"Broadway seviyesinde" demişken, Jersey Boys tam da böyle bir çalışma işte, buram buram Broadway kokuyor. Senaryosu, oyunculuğu, müzikleri, dekoru ve dinamizmi ile Amerikan Servis bir sahne işi Jersey Boys. Hele ki dönemin müziklerini Frankie Valli'yi, Rock'n Roll kültürünü seviyorsanız bu yapımı kaçırmamalısınız.

Gerekçelerimi detaylandırayım...

1. Senaryoyla başlayalım. Tipik bir Broadway senaryosu Jersey'den çıkan gençlerin para ve şöhrete uzanan hikayesi. Hani o hollywood'dan alıştığımız, "fırsatlar ülkesi Amerika" veya "American dream" masalının, Frankie Valli üzerinden anlatılan biyografik hali diyebiliriz. Karakterlerin ismini değiştirsek, arka planı New Jersey değil de mesela, Şanlıurfa yapsak, biraz müziklerle oynasak, bizdeki "köyden endim (indim) şehre" hikayelerinden pek de farkı yok aslında. Bir nevi "Jersey'den endim şehre" mevzuu da denebilir.

2. Sahne arkasını görüp gezme şansım oldu, vaktinde dans ve federasyon mevzuları sayesinde tanıştığım ve muhtemelen bu camianın bana kazandırdığı en değerli insanlardan biri olan, Fatih Osmançelebioğlu sayesinde. Kendisinden, yani birinci ağızdan alınan bilgiye göre: Jersey Boys İstanbul'a 12 tırla gelmiş. Işık sistemlerinden, sahne üzerindeki mekanizmalara kadar her şey New York'ta sahnelenen orijinal oyunla bire bir aynı. Hatta öyle ki, "plug'n play" modeli bir sahne düzenleri var. Aleti getirip, kutusundan çıkartıp gerekli kabloları bağlıyorlar ve başka bir şey yapmanıza gerek kalmıyor. "Bir şeye dokunmanıza gerek yok, biz hallettik... İsteseniz de bozamazsınız zaten, hepsi kilitli" demişler malzemeleri teslim eden yapımcılar. İşi bu şekilde rutine ve otomatiğe bağlayınca da ortaya elbette muazzam hızlı ve dinamik bir sahne kurgusu çıkıyor. Neredeyse her şarkıyla birlikte sahnede bir şeyler değişiyor. Teknik olarak mükemmel zamanlama gerektiren bu durum, hatasız uygulanıyor ve seyircinin de başını döndürüyor. Son derece etkileyici. Sahneye orjinal ebatlarında bir sokak lambası bile indiriliyor. (Evet, bir "sokak lambası altı" sahnesi var; biliyorum çok klişe ama güzel) :)

Sahnenin çıplak hali böyle gözüküyor. Fakat görünüşe aldanmayın, sürprizlerle dolu bir sahne bu ;)



3. Müziklere dair tek yorumum şudur: Bayılacaksınız!!!
Şarkılar bitmesin isteyeceksiniz. İçinizden "bir daha, bir daha" diye bağırmak gelecek ama yapamayacaksınız, neticede müzikal bu, konser değil çünkü... Hatta "müzikli oyun" sınıfına sokulmuş dışarıda, müzikal de diyemiyoruz yani tam olarak. Bu arada izlemiş olup da aklında soru işareti bulunan veya izlemeye gidecek dostlar için şu hatırlatmayı yapayım. Parçaların hiçbiri, ama hiçbiri, playback değil. Ne altyapılar, ne vokaller... Performans boyunca sahnede duyduğunuz her nota o anda canlı olarak çalınıyor. The Four Seasons ekibini oluşturan üyelerin elindeki gitarlar -her ne kadar el hareketleri çok gerçekçi olsa da- aktif değil. Hem muhteşem bir şekilde bas çalıp, hem parçanın 3. sesini söyleyip hem de muazzam bir şekilde dans etmesini bekleyemeyiz adamcağızın, değil mi? Evet sahnedekiler  müzikal oyuncusu belki ama hani Fred Astaire bile üçünü bir arada yapmamış hiç :)

Olay esasen şöyle cereyan ediyor. Sahne arkasında 2 tane oda var. Bu odalar orkestraya ayrılmış durumda. Orkestra şefi de odalardan birinde duruyor ve önündeki kamera sayesinde şefin direktifleri tüm enstrümanlara, her nota sehpasının üzerinde bulunan ufak monitörler üzerinden aktarılıyor. Yani aslına bakarsanız, bir orkestra havuzunda ne yapılıyorsa, teknik olarak -ve teknolojinin de desteğiyle- arka planda aynı işler yapılıyor. Gözlerimle gördüğüm için söyleyebiliyorum, inanılmaz detaylı şekilde planlanmış ve hatasız yürütülen bir çalışma dönüyor sahne arkasında. Müzik anlamında o kadar başarılı bir iş ki, performansın sonuna kadar, ben size şimdiden "playback değil" demiş olmama rağmen, sürekli olarak "yahu bu da mı canlı, olamaz canım!" diye düşünüp duracaksınız... Evet canlı... :)

Öyle iyi ki, sahne arkasını görmemiş olsam, oyunun sonunda sahneye gelen ve seyirciyi selamlayan adamın orkesta şefi olduğunu anlamayabilirdim, itiraf ediyorum. :)

Orkestra ve Cast

4. Dönemin atmosferini çok iyi yansıtmışlar. Dekorlar, aksesuarlar tam kıvamında. Detay seviyesi de hayli yüksek, sahne arkasına geçtiğimde yakından inceleme şansım oldu. İlk perdenin sonlarına doğru gözlerinizi kamaştıran iki sahne geliyor... Kelime anlamında "gözlerinizi kamaştıran". Öyle ki, kendi aramızda konuşurken hepimizin ortak "grand finale" sahnesinin bunlar olduğunu fark ettik. Yani bize bıraksalar o sahneleri alır, oyunun kapanışına koyardık. Ama tabii neticede bizimkisi Türk kafası, adamların bir bildiği var elbet. :)

5. Oyunculuklar benim açımdan gayet başarılıydı. Mesela Frankie Valli'yi oynayan adamın sesi cuk oturmuş karaktere. Hiç öyle "aman canım İstanbul'a kim bilir kaçıncı cast'ı gönderiyorlardır" demeyin. Zira yine birinci ağızdan gelen bilgiye göre yıllarca Rolling Stones ile birlikte çalışmış, sahne işlerinin erbabı bir ekip tarafından özenle seçiliyor tüm oyuncular.

Zor iştir şarkı söylerken dans etmek...

Eh tabii, Erdem Özkan bir mevzuyu ele alır da kusur bulmaz mı, şaşırdınız herhalde, elbette bulur. :) (Hatta yeri gelmişken kendi ismimi 3. şahısta kullanmış olmamdan dolayı, kendimi de eleştireyim... Neyse...)

İlk kusuru sahne öncesi kahvemizi içerken incelediğimiz broşürlerde gördük. Yapımcı, yönetmen, cast'ın yedek üyeleriyle birlikte tümünün smini içeren, hatta her iki perde de dinleyeceğimiz parçaların isimlerini de taşıyan hoş bir broşür dağıtılıyor salona girmeden önce. Her şey güzel buraya kadar... Fakat Zorlu Center PSM kadar çok para harcanan, böylesine görkemli, Jersey Boys ve yakında Cats gibi işleri ağırlayan son derece ciddi bir organizasyonun broşürde "koreografi" yerine "kAreografi" yazması bir çuval inciri berbat ediyor. Neyse, nazar boncuğudur diyerek bunu görmediğimizi varsayıyoruz... :)

Gelelim diğer konulara...

1. Senaryo biraz hızlı ilerliyor. Her şey çok hızlı değişiyor. Bir yandan arka plandaki dinamizim, sürekli değişen sahneler ve hikayenin bir önceki kısmını hazmedemeden aniden yeni bir bölüme geçilmesi, bilhassa bu tempoya alışık olmayan izleyici için, başlarda biraz sıkıntı yaratabiliyor. Tüm diyalogların İngilizce olması, oyunculukların iyi olmasından kaynaklanan başarılı "Jersey'den çıkma İtalyan genci" aksanı da cabası. İngilizce takip etmekte zorlanacağınızı düşünseniz de üzülmeyin. Sahne üzerindeki ekranda alt yazı (üst yazı?) sunuluyor. Yalnız eğer diyalogları ekrandan takip etmeniz gerekecekse, balkondan bilet almanızı tavsiye ederim. Perde arasında yanımıza gelen iki hanımefendi de "çok önden almışız, ekrana bakmaktan boynum ağrıyor, biraz arkalara geçelim" diye şikayet ediyorlardı. Muhtemelen balkondan hem ekranı hem de sahneyi aynı anda izlemek daha olasıdır.

Fakat İngilizce'niz iyi bile olsa, hatta ana dili İngilizce olan izleyiciler için bile, oyunun temposu bir hayli yüksek.

2. Oyunu birlikte izlediğim, müzikallerde sahne almış ve bu anlamda tecrübesine güvendiğim sevgili Banu Küçük'ün bir yorumunu paylaşmak istiyorum. Kelime seçimleri böyle değildi belki ama özetle "öyle pek de dramatik bir sahne yoktu" gibi bir ifade kullandı Banu. O ana kadar bana neyin eksik geldiğini tam belirleyememiş, adını koyamamıştım. Banıu bunu benim yerime halletmiş oldu. Gerçekten de senaryonun en dramatik anında bile, sahnedeki karakterle empati kurabildiğimi, üzüldüğümü veya sevindiğimi hatırlamıyorum. Herhangi bir sahnede tüylerimin diken diken olduğunu da söyleyemem. Bunun sebebini bilemiyorum, tuz mu katmalı, biber mi çözemiyorum ama eminim daha profesyonel gözle izleyecek arkadaşlarımız olacaktır. Yorumları merakla bekliyorum.

3. Parçaların çoğu kısa sürüyor. Örneğin ilk perdede yer alan Earth Angel ta 1986'da ilk kez Back To The Future izlediğim andan bu yana tabir caizse "hastası olduğum" bir şarkıdır. Jersey Boys'da sadece iki dörtlük dinleyebildik. Bir diğer örnek, Frankie Valli'nin belki de gerçek değerini sonradan bulan Beggin' adlı parçası... Kısa sürdü, tadı damağımda kaldı gerçekten. Böyle düşünmek biraz bencillik elbette, herkesin favori parçası farklıdır ve yapımcıların bütün şarkıları aynı şekilde ele alması, hikayeye doğru şekilde oturtmasıdır önemli olan ama insan yine de daha fazlasını bekliyor haliyle.

4. Aslında Jersey Boys ile ilgili beklentilerimi müzikal bir sinema filmi olarak hazırlanan ve yine dönemin ünlü bir isminin, Bobby Darin'in hayatını anlatan "Beyond The Sea" üzerine kurmuştum. Kevin Spacey başroldeydi. Yeri gelmişken henüz izlemeyenlere de tavsiye etmiş olalım. Filmin şu sahnesi benim Jersey Boys ile ilgili beklentimi gayet iyi anlatıyor aslında:


Evet, beklentim buna benzer sahnelerden oluşan bir performanstı ve büyük ölçüde karşılandı diyebilirim. Danslar hariç... Muhtemelen buna bir müzikalden ziyade "müzikli oyun" denilmesinin sebebi de bu olsa gerek. Gözüm her sahne değişiminde arkada yer alacak "kızlı-erkekli" dansçıları aradı... Aradığıma oyunun son sahnesine, "büyük finale" kadar maalesef kavuşamadım. Oradaki "the altogether" damakta hoş bir tad bıraksa da, oyunun genel akışı içerisinde ana karakterlerin dışında da biraz hareket görmek fena olmazdı açıkçası. Neyse, neticede bu benim kişisel beklentimdi. Performansın ne kadar iyi olduğunu değiştirmiyor bu durum.

Sonuç:

Konu bu tarz müzikaller veya müzikli oyunlar olunca Türkiye'de maalesef bugüne kadar hep Londra'ya, New York'a öykünmekle yetinebildik. Elbette Türk sanatçıların elinden çıkan son derece başarılı müzikaller var. Bunları da gidip izledik, çok beğendik. Fakat kabul edelim ki hiçbirindeki prodüksiyon bu denli detaylı, görkemli ve mükemmele yakın değildi. Bunun da sebebi ilk etapta elbette maddi imkan ve imkansızlıklar. Dolayısıyla bir gözümüz hep dışarıdaki bu şaşalı işlerde kalmadı dersek, yalan söylemiş oluruz. Paramız, fırsatımız olduğunda gidip yerinde izleme şansı bulduk bazen. Ama bu kadar iyi bir yapımın, ayağımıza kadar geldiği, üstelik de bu kadar profesyonel bir sahnede sergilendiği hiç olmamıştı.



Zorlu Center PSM sezonu -ve kendi tarihini- son derece başarılı bir işle açmış. Jersey Boys bizim kaliteli Broadway müzikali açlığımıza hitap eden, ziyadesiyle de doyuran bir yapım. Hani insanın "ellerinize sağlık" diyesi geliyor, öyle güzel. Salondaki boşlukları Salı akşamı olmasına vermek istiyorum. Ya da belki yeterince duymamış olabilir insanlar henüz. Zorlu'nun ve Jersey Boys'un gerçekten söylendiği  kadar iyi olup olmadığını araştırıyorlar belki de, bilemiyorum. Bilet fiyatlarının da çekinceye yol açması beklenebilir... Sebep her ne olursa olsun, önümüzdeki aylarda salonun daha çok dolmasını umuyorum. Böyle kaliteli yapımların ayağımıza kadar gelebilmesi için salonları doldurmamız şart. O yüzden lütfen bu tür yapımlara ilginiz varsa, Jersey Boys'u izleyiniz. Kesinlikle pişman olmayacaksınız ve evinize keyifli, gülen bir yüz ifadesiyle döneceksiniz. 

Sevgiler

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder