Dün Caddebostan barlar sokağında bir bahçe duvarının dibinde yaklaşık 4 saat boyunca Fenerbahçe'nin 2013-14 sezonu şampiyon kadrosunu taşıyan otobüsü bekledik birkaç arkadaş... Ankara'dan sırf bu tabloyu görmek için İstanbul'a gelen mi dersin, takımı yakından görmek uğruna, orijinal formasını meşale ateşine kaptıran mı istersin... Neticede bu uzun bekleyiş son derece keyifli bir sohbete dönüştü ve zamanın nasıl geçtiğini anlamadık.
Otobüsün yaklaştığını televizyonda gördükten sonra Bağdat Caddesi'ne çıktık ve otobüse yaklaşmak için Bostancı istikametinde yürümeye başladık. Birkaç dakika sonra muazzam bir kalabalık ve ortasında sarı-lacivert bir otobüsle karşılaştık. Artık her şampiyonluk kutlamasının vazgeçilmez parçası olduğu üzere, otobüs meşaleler, sis bombaları,tezahuratlar arasında çok ağır bir şekilde bize doğru ilerlemeye çalışıyordu. Futbolcular aracın açık olan üst katından taraftarlarla selamlaşıyordu. Muhtemelen bizim yanımıza gelmeden önce 3 saattir bunu yapıyorlardı ve bu yüzden bazıları biraz yorulmuşlardı.. Belki de -haklı olarak- sıkılmışlardı...
Fakat Dirk Kuyt, otobüsün en önünde, en tepesinde oturmuş, gozlerini taraftardan bir saniye ayırmadan ismini haykıran her taraftarın gözünü yakalayarak, tek tek el sallayarak sezon boyunca sahada sergilediği enerjiyi bu kez kutlamalarda paylaşıyordu taraftarla... Kulübüne ve daha da önemlisi mesleğine bu denli kendini adayabilen bir futbolcu daha görmedim. Profesyonelliğinin, oraya gelen taraftarın ne istediğinin ve mesleği icabı, sözleşmesi icabı onlara ne vermesi gerektiğinin bu kadar farkında olması bize anormal geliyor gelmesine de, Kuyt ayarında bir futbolcu için son derece normal ve sadece işinin parçası aslında.
Christian Baroni de benzer bir enerji sergiliyordu... Hatta sezon boyunca sahada sergilediğinden daha fazlasını otobüsteki sevinç gösterilerinde dışarı vuruyordu dersek, yanlış olmaz.
Fakat bir sahne vardı ki... Maalesef o an çekmek aklıma gelmedi ama kısaca anlatmak isterim:
Otobüsün etrafındaki ikinci "tavafımızı", otobüsle aynı hızda yürüyerek yerine getirmeye çalıştıgımız sırada, etrafımızda Kuyt, Emenike, Webo, Sow gibi yıldızlar için gırtlaklarını yırtarcasına tezahurat yapan ve onlara sesini duyurmaya çalışan yüzlerce insan vardı.Bu sırada tam yanıma 40 yaşlarında, sakallı, zayıf bir adam sokuldu. Hani böyle sanki şehrin diğer ucundan kalkıp buraya tek başına gelmiş, saatlerce tek başına bu anı, otobüse yaklaşacağı zamanı beklemiş bir görüntüsü vardı adamın. "İsmail Hocam! İsmail Hocam!" diye bağırmaya başladı... Sesini duyurmaya çalıştığı kişi Ersun Yanal'ın yardımcı antrenörlerinden İsmail Kartal, futbolculuğundan bildiğimiz lakabıyla sağ bek "Arap" İsmail'di.
İsmail Hoca onca yıldız futbolcu içerisinden kendisine azimle seslenen bu taraftarı karşılıksız bırakmadı; çok içten bir gülümseme ve selamla cevap verdi. Yanımdaki adam "Hocam, çok teşekkür ederiz hocam. Allah razı olsun hocam..." demeye çalıştı ama gözleri dolmuştu ve yutkunmaktan cümlenin son kısmını muhtemelen sadece bana duyurabildi. Gözlerindeki yaşı tutmaya çalıştı, beceremedi, Fenerbahçe atkısıyla yüzünü sildi ve kalabalığın içerisinde kayboldu...
O adamın yüzündeki ifadeyi ömrüm boyunca unutmayacağım. Futbolun ve sporun bu kadar kirlendiği, şiddet, saygısızlık, küfür, kavganın ölçülemez seviyelere ulaştığı, ezeli rakibin kadın basketbol takımı karşısında alınan galibiyetlerin bile tecavüz gibi spor lügatında yer almaması gereken kelimelerle kutlandığı bir ortamda, aslında bir taraftarın, tuttuğu takımın adı ve renkleri ne olursa olsun, o kulübe nasıl bir duygu yoğunluğuyla bağlı olduğunu bir kez daha hatırladım.
Biliyorum ki, o adamın Galatasaray versiyonu da var, Beşiktaş versiyonu da... O adama dünyanın her yerinde, her futbol takımını tutan taraftarlar içerisinde mutlaka rastlayabilirsiniz. Nijerya'nın toprak sahada yalın ayak top koşturan mahalle takımlarında da var, isminde Türkçe algımızın istihap haddinden ziyadesiyle fazla "J" harfi barındıran İzlanda'nın köy kulüplerinde de...
Biliyorum ki "o adam" münferit değil. Hele hani o tribünlerde olan her olayda sıkça rastladığımız, kulüp yöneticisi deyimiyle "bir kişinin kabahatini 100 küsür yıllık camialara mal edemeyiz" adamı hiç değil, benim dün gördüğüm adam.
O adam aslında hepimizin içerisinde var. O adam mahalle kırtasiyesinden arkasında Rıdvan Dilmen'i temsilen "8" yazan bez formayı aldığım 9 yaşındaki halim benim. Siz akranım olan Galatasaray'lı dostlarım için; Tanju'nun Neuchatel maçındaki sağ ayak plasesinin ağlarla buluştuğu andaki haliniz o adam... Çocukça bir sevinç, kim bilir bizi ne dertlerden, hangi tasalaradan uzaklara taşıyan iki renge, bir armaya ve onu taşıyan insanlara duyduğumuz içten bir minnet duygusu aslında o adam, şampiyon diye bağırmamızı sağladıkları için.
Bütün taraftarların bunları her dakika hatırlamasını beklemiyorum, gerçekçi olalım, böyle şeyleri bu ülkede düzeltmek kolay değil... Evet kolay değil ama yine de bu saf duyguları hepimiz unutmuş olamayız değil mi?
Ben bundan sonra kendi içindeki "o adamı" hatırlayan taraftar dostlarımla spor konuşmak istiyorum, galibiyete "tecavüz" diyenlerle değil... Merak etmeyin, her seferinde bu kadar romantik olmayacağım söz veriyorum ;)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder