16 Haziran 2010 Çarşamba

Tavuskuşu ve Saçmaloji



Sevgili Umraniye Lounge takipçileri. Sizlerden bu yazının tamamen spesifik ve muhtemele bir çoğuuzun uzak olduğu bir konuya ayrılmış olmasından dolayı özür diliyorum. Ancak bunları bir şekilde dışa vurmalıydım ve bunu en rahat yapabileceğim yer de haliyle ancak Lounge olabilirdi.

Dansa olan yakınlığımı biliyorsunuz az çok. Uzun bir süredir Türkiye Dans Sporları Federasyonu'nda görev alıyorum. Hatta kuruluş aşamasında bile bulundum diyebilirim. Federasyon bünyesinde görev yapmadığım 1,5-2 senelik bir süre var. Bu da o anki yöneticilere, başkana ve daha bir çok rant peşinde koşan ve bu güzelim sporu kişisel çıkarlarına alet etmeye çalışan insana olan güvensizliğimden kaynalandı. Onlarla beraber ismimin anılmasını istemediğim için, sözkonusu yönetim seçilmeden hemen önce istifa etmiştim görevimden. Son bir senedir yine inandığım, benim gibi düşünen, idealist, bu federasyonun kurulmasında büyük emeği olan ve bu sporu kendi evlatları kadar çok önemseyen insanlarla beraber Federasyondaki görevimi yapıyordum. Kişisel yoğunluğum ve yorgunluğum sebebiyle bu göreve de bir süre ara verdim.

Bu yazının sebeplerinden ilki yukarıda ifade ettiğim gibi benim dans sporuna olan bağlılığım ve bu sporun ilerlemesi için yıllardır harcanan çabaya saygımdır. İkinci sebebi de bunun tam tersine kişisel çıkarlar peşinde koşarken, bir devlet kurumunu istila edip, buradan elde edecekleri suni güç sayesinde rant elde etmek, emekliliklerini kurtarmak gibi iğrenç hedefleri olan insanların var olmalarıdır. Evet, onlar varlar ve o yüzden yazıyorum bu yazıyı.

Bunlar öyle insanlar ki, geçen sene yapılan seçimlerde kaybedince, aynı seçimde kaybedeen bir başka tarafın, rakip oldukları ve -haklı olarak- yerden yere vurdukları eski federasyon başkanının yanına geçiverirler bir günde. Ertesi gün başlarlar seçimi kazanan yeni yönetime yüklenmeye, itiraz etmeye, saçma sapan yorumlarla ortalığı kirletmeye.

Bunlar öyle insanlar ki kendi kendilerine karar alamazlar. Ağzının içine baktıkları, seçimi kazanırlarsa kendilerini bol bol besleyecek sahiplerinin sözünden dışarı çıkamazlar. Ne kadar mantıksız şeyler yapsa da, söylese de hiç itirazları olmaz bunların. Çünkü ya bu işlerin mantıksızlığını idrak edemeyecek kadar algısız ve cahildirler, ya da yine bunları idrak edemeyecek kadar gözlerini para ve rant hırsı bürümüştür.

Bunlar öyle insanlar ki, tamamen kendi kontrolleri altında yapılan bir önceki seçimlerde bile sırf kaybettikleri için itiraz etme yüzsüzlüğünü gösterebilmişlerdir. Kendi koydukları kurallara, yönetmeliklere itiraz etmişlerdir yani.

Bunlar öyle insanlar ki, sırf seçimi kazanabilmek için naylon kulüpler üretirler ülkenin dört bir yanında. Tekvando okulunu dans kulübü diye gösterirler. Bilardo salonundan dans okulu yaparlar. Tüm bunlar olurken kendi yönettikleri okulları nedense kulüp haline getirip kendi yönettikleri federasyona bile bağlamazlar!

Bunlar öyle insanlar ki, yepyeni işler yapan, bu sporun gelişiminde bugüne kadar atılmış en önemli adımları yaratan, ciddi, kurallara bağlı ve kimseyi kayırmayan, taviz vermeyen, bu yönüyle herkesin saygısını kazanmış bir yönetimi "düşürmek" için ellerinden geleni yaparlar. Sorarsanız derdiniz nedir diye, "biz tüm dans camiasının sesine kulak veriyoruz" diyecek kadar da pasaklııdırlar, kulaklarını temizlemekten acizdirler.

Bunlar öyle insanlar ki, federasyonu seçime götürmek için bin bir türlü oyun oynayıp, federasyonun GSGM'yle arasını bozup, ödenek almasını engellerler. O çok kulak verdikleri dans camiasına daha iyi organizasyonlar yapılsın diye kullanılacak devlet ödeneklerinin önüne geçerler bir başka deyişle.

Bunlar öyle insanlar ki, önce Genel Kurul'a zorlarlar federasyonu, sonra genel kurul kararı çıkınca listeleri beğenmezler. Kendileri kulüp değilken, şu camiaya bir tane sporcu bile kazandırmamışken, bunca kulüp bir yıl boyunca yüzlerle sporcuyla ülkenin dört bir yanında tüm Lig yarışmalarına katılırken, kendilerinin oy hakkı almasını, sporcu yetiştiren onca değerli kulübün oy haklarını ortadan kaldırma pahasına talep edebilirler. Bu kadar da düşünürler dans sporunun ülkemizdeki gelişimini, sağolsunlar.(!).

Bunlar öyle insanlar ki, sporcu yetiştiren kulüplerin oy hakkı ortadan kalkınca, yani kendi istedikleri genel kurul listeleri bir şekilde kabul edilince, bayram ederler. Ne amaçla yıllardır çalıştığını bir türlü anlamadığım, neye yaradığını, kimin kullandığını bir türlü çözemediğim "saçmaloji"den başka bir şeye benzemeyen bir internet sitesi üzerinden "çalışkan" hareketlerle suni gündemler yaratmaya çalışırlar. Nedense bu internet sitesinin "çalışkan" yöneticileri bir tane bile lig yarışmasına gelip oradaki yüzlerce dansçıyı haber yapmamıştır bir buçuk sene boyunca. Bulgaristan'a gidip gerçek bir yareışmada derece alan şampiyon çiftlerle bir röpörtaj bile yapılmamıştır bu internet sitesinde. E tabi, ne de olsa bu şampiyon sporcuları mevcut federasyon yönetimi, öncekilerin yaptığı gibi piyon yerine koymamış ve kariyerlerini tehlikeye atmak pahasına yalan haberlerle havaalanlarında gazetelere malzeme yapmamıştır. İşlerine gelmediği için bu bütün dans camiasının (!) yakından takip ettiği internet sitesi de görmezden gelmiştir bu büyük başarıyı elbette.

PS: (Lütfen önceki senelerde gerçekleştiğini söylediğim bu saçma sapan olaya istemeden alet edilmiş olan çok sevgili dostlarım bunu okuyorlarsa alınmasınlar. Kendilerinin hiçbir kabahati olmadığını o zaman da söylemiştim, hala aynı şeyi savunuyorum. Sözüm size değil, biliyorsunuz.)

Bunlar öyle insanlar ki, genel kurul tamamen kendi istedikleri listelerle yapılmasına rağmen, yine kaybedince hazmedemezler. Yine başlarlar kendi oyunları üzerinden, kendi yaptıkları, hazırladıkları düzene itiraz etmeye. Spordan, spor yöneticiliğinden, spor iletişiminden, spor hukukundan zerre kadar anlamayan insanlar bunlar, yapacak bir şey yok tabi. İtiraz edip duracaklar.

Aslında çok temel bir sebebi var tüm bunların. O da şu:

Onların dans dedikleri 20 sene öncesinde televizyonda pazar şovlarında 10 Rus kızın arasında tek erkek çıkıp tavuskuşu gibi bir o yana bir bu yana sallanmak ne de olsa. Oysa bu federasyon sporla alakalı , dans sporuyla alakalı. Dans sporunu da insanlar yapıyor, ne tavuskuşları ne de bu yukarıdaki işleri yapma yüzsüzlüğünü gösteren insan suretleri.

Bırakın da şu memlekete en yeni federasyonuyla bu kadar kısa sürede bunca yol katetmişken bu çizgide devam etsin. Bırakın da bu işleri bilenler, anlayanlar ve her şeyden önce GÖNÜLDEN SEVENLER yapsın. Bırakın da bari şu güzelim sporun içine rant karışmasın. Mıncıkladığınız yeter, çekilin köşenize, oturun izleyin keyif alamya çalışın, becerebilirseniz tabi. Bırakın bu federasyon işlerini kendi ticaretinizle uğraşın, emin olun daha çok para kazanacaksınız; biliyorum başka türlü vazgeçmezsiniz, peşini bırakmazsınız yoksa.

12 Haziran 2010 Cumartesi

Ramos Şokta!



Anlaşılan o ki, Schuster hamlesini gizli tutarak tüm Türkiye'ye -anlamsız- bir çalım atan Beşiktaş yönetimi sadece bizleri değil Avrupa'yı da şaşırtmış. Son olarak Juande Ramos konu hakkında görüşlerini belirtmiş. Ciddi ciddi veryansın etmiş 2 UEFA Kupası sahibi tecrübeli teknik adam. Ne de olsa o da Beşiktaş'lı yöneticilerle masaya oturduğu sırada Beşiktaş'ın aslında Schuster'le çoktan anlaşmış olduğunu bilmiyordu. Sadece görüşmenin yapıldığı otelin kapısındaki muhabirlere malzeme olup, Türkiye'de basını ve taraftarları yanıltmak için yapılan bir toplantıya gittiğinden haberi yoktu. Ramos, ertesi gün tüm bunları öğrenince çok şaşırmış ve kariyeri boyunca böyle bir olayla karşılaşmadığını belirtmiş.

Beşiktaş'ı Avrupa'nın önemli kulüplerinden biri olarak gördüğünü ifade etmiş Ramos ve bu yüzden yöneticilerinin bu denli anlamsızca hareket etmesine ve kendisi gibi kariyerli bir teknik adamı figüran yerine koymasına şaşırdığını söylemiş.

(Haber: http://www.milliyet.com.tr/-figuran-gibi-kullandilar-/spor/haberdetay/12.06.2010/1249935/default.htm)

Şimdi bu haberden ve Ramos'un ifadelerinden Beşiktaş yöneticilerinin anlayacakları ve altını çizip çizip medyaya ve taraftarlarına sunacakları mesaj nedir, ona bir bakalım:

Muhtemel Demiröen Yaklaşımı:

"Beşiktaş Avrupa'nın önemli kulüplerinden biridir, bunu Juande Ramos gibi önemli bir teknik adam da kabul etmiştir" 

 Bir de Avrupa'nın ve orada görev yapan futbolcuların, teknik adamların ve kulüplerin aldıkları mesaj ve bunun sonuçları ne olacak, bunu da inceleyelim kısaca.

"Beşiktaş'ın bir teknik direktörü veya futbolcuyu görüşmeye davet etmesi o kişiyle anlaşmak ve çalışmak istidiğini göstermez. Mutlaka arkasında başka bir iş vardır, o yüzden ciddiye almayınız bu kulübü."

Beşiktaş'ın bu borsaya görüşme bildirimleri ve bundan kaynaklanan Ramos-Schuster mevzuu gibi anlamsız durumlardan bir an önce kurtulması gerekiyor kanımca. Ama tabi önce başına "Bela-Ören"den kurtulması gerekiyor, yoksa bir şeyin düzeleceği yok Beşiktaş'ta.

11 Haziran 2010 Cuma

Stoch ve Etik

Alıştığımız gibi sezonun bitmesiyle beraber transfer hareketliliği ve dedikoduları hızlı bir şekilde başladı. Fenerbahçe'nin Krasiç takibi, Beşiktaş'ın Queresma çılgınlığı derken en mantıklı ve anlamlı transfer haberi Galatasaray'dan geldi. Fenerbahçe'nin Avrupa Ligi'ndeki rakiplerinden, Hollanda'nın Bursaspor kıvamındaki şampiyonu Twente'nin en önemli iki oyuncusundan birini istiyordu Galatasaray; Miroslav Stoch. Fenerbahçe'ye karşı oynadığı karşılaşmaların birini canlı birini de televizyondan izledikten sonra Stoch'un çabukluğuna ve topla kurabildiği son derece anlayışlı ve nazik ilişkiye hayran olmuştum. O sıralar aslında Chelsea'de oynadığından ve Twente'ye kiralık geldiğinden haberim yoktu tabi. Dediğim gibi transfer gündeminin en ciddi ve mantıklı hamlesi Galatasaray ve Stoch ilişkisi gibi gözüküyordu bir kaç gün öncesine kadar ve ben içimden "helal olsun, çok iyi adam alıyorlar" diye hayıflanıyordum. Ta ki dün akşam üzeri Cenk beni arayıp "abi ne biçim takımsınız ya. 2 aydır almaya uğraştığımız adamı 6 saatte aldınız, bravo. Biliyorum bak sabah 11'de tarifeli uçak var burdan Londra'ya, ona binmiştir sizinkiler, al işte bak saat 17:00, tam 6 saat." diyene kadar.

Duyar duymaz Fenerbahçe resmi sitesinden olayı doğruladım ve hemen haberleri takip etmeye başladım. Tabi bu haberler arasında en çok beklenen ve dikkat çeken Adnan Polat'ın açıklamaları oldu. Sayın Polat -hiç sanmıyorum ama- umuyorum ki bu açıklamaları heyecan ve sinirin etkisiyle yapmıştır.Zira bunlar "Yönetici nasıl olmamalıdır, neler söylememelidir" sorusuna çok güzel cevap olabilecek sözlerdir. Buyrun bir inceleyelim Adnan Polat'ın söylediklerini ve gereken yerlerde madalyonu çevirip bir de diğer tarafına bakalım hep beraber:

- Fenerbahçe'nin büyük kulüpler arasındaki "centilmenlik anlaşmasına" uygun hareket etmediğini, bunu bozduğu belirtiyor Sayın Polat.

Şahsen benim hatırladığım bu tip bir centilmenlik anlaşması var. Evet, var. O zamanlar Süleyman Seba Beşiktaş, Alp Yalman Galatasaray, Metin Aşık da Fenerbahçe'nin başkanlarıydı yanılmıyorsam. Meşhur Tanju ve Hasan Vezir kaçırmalarından bir süre sonra bir araya gelip basına poz vermişlerdi ve "bundan sonra birbrimizin futbolcularını kaçırmak yok" tadında bir şeyler söylemişlerdi, güler yüzlerle. Sayın Polat bu anlaşmaya gönderme yapıyor olabilir elbette ama biraz eski sanki... Pek de ihtimal vermiyorum o yüzden buna. O zaman Sayın Polat'ın etik değerlerden bahsettiğini söyleyebiliriz sanırım. Etik çerçevesinde incelediğimizde de olayda pek bir eksiklik göremiyorum ben gerçi. En kaba haliyle baktığınızda iki profesyonel kulüp bir profesyonel futbolcuya talip olmuş ve kulübüne bonservis tekliflerinde bulunmuş. Bunlardan biri kulübün talep ettiği bonservisi 2 aydır uğraşmasına rağmen aşağı çekememiş, buna mukabil kendi teklifini de yukarı çıkarmamış, öyle bekliyor askıda. Diğeri de gidip "ne istiyorsunuz kardeşim bu adam için, söyleyin verelim" prensibiyle yaklaşmış, petrol zengini Arap Şeyhi edasyıla. E haliyle futbolcunun haklarına sahip olan kulüp de bu ikinci teklifi kabul etmiş. Bunda etik olmayan bir durum yok...

Elbette farkındayım, bu biraz salağa yatmak oluyor. Her ne kadar zaten Sayın Polat söyledikleriyle bizleri biraz "salak" yerine koyuyor olsa da biz yine yatmayalım salağa, adam gibi analiz edelim. Fenerbahçe ve Galatasaray'ın arasındaki rekabet, dostluk, vesaire sebebiyle bu duruma daha farklı ve hassas yaklaşılmalıydı diyor Sayın Polat kendince. Bence tam tersi.... Galatasaray ve Fenerbahçe çok ciddi iki rakip ve üstelik her hareketleri birbirini etkileyen son derece yakın iki rakip. Siz hiç Barcelona'nın sırf Real Madrid de aynı adamı istiyor diye o adamın peşinden koşmayı bıraktığını gördünüz mü? Ya da Alex Ferguson sizce "aa bunu Chelsea de istiyormuş, boşver o zaman almayalım" demiş midir mesela vaktinde Rio Ferdinand için? Pek sanmıyorum.... Gidip soralım diyeceğim ama Sir Alex madara eder bizi alaycı cevaplarıyla diye korkuyorum. :)

Adnan Polat'ın da buna benzer realist ve güç arttırımına yönelik kararları yönettiği şirket için her gün defalarca aldığına eminim. Yoksa zaten Sayın Polat'ı muhtemelen bu denli başarılı ve paralı bir iş adamı olarak tanımamış olurduk. Kaldı ki artık iyice globalleşen futbol dünyasında -bunca yoğun fikstürlü Avrupa kupası varken- Fenerbahçe ve Galatasaray'ın aynı futbolcu peşinde koşmasıyla, Galatasaray ve atıyorum PSG'nin ayn adamın peşinde olması arasında pek de bir fark yoktur, realist bakış açısıyla.


- Yurt içinde rakiplerinin ilgilendiği oyunculara teklif götürmeme nezaketini Galatasaray'ın bugüne dek hep gösterdiğini söylemiş Sayın Adnan Polat.

Doğrudur, bilemeyiz ama doğru kabul ediyoruz. Neticede Galatasaray Spor Kulübü Başkanı söylüyor bunu birinci ağızdan. Lakin Galatasaray'ın daha geçtiğimiz sezon Ali Turan olayında yaşadığı durumun bir benzeri değil midir bu? Hatta bence çok daha naif bir olaydır Stoch hadisesi. Galatasaray nasıl transfer etti Ali Turan'ı? UEFA'nın tüm kulüplere tanıdığı bir haktan istifade ederek. Sözleşmesi 6 ay içerisinde sona erecek futbolcularla görüşmek için kulüplerin o futbolcunun halen sözleşmeli olduğu kulüpten izin almaları gerekmiyor, direkt futbolcuyla irtibat kurabiliyorlar. Kayserispor çok itiraz etti bu duruma, kamuoyunu etkilemeye çalıştı ancak nafile. Galatasaray olmasa bir başkası konuşabilirdi Ali Turan'la. O zaman siz o noktaya getirmeyeceksiniz işi. Son 6 aya girmeden anlaşacaksınız futbolcunuzla. Anlaşamıyorsanız da kusuruna bakmayacaksınız anlaşabilenlerin. Galatasaray Ali Turan olayında bu sebeple haklıdır, tamamen UEFA'nın talimatları doğrultusunda hareket etmiştir. En azından biz öyle gördük, biliyoruz. Fenerbahçe'nin de Stoch transferinde UEFA'nın belirlediği çizgilerin dışına çıktığını söyleyemeyiz herhalde. O zaman buna da itiraz etmesi biraz abes olmuş Sayın Polat'ın. Ayrıca Mehmet Topuz transferinde Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe'nin nasıl birbirine girdiğini de çok iyi hatırlıyoruz. Okan Koç Dardanelspor'dayken ve sonra Gençlerbirliği'ne geçtiğinde benzer transfer rekabetleri yaşanmıştı. Demek ki tüm takımlar belirli, dönem itibariyle kalbur üstü gözüken futbolcuların peşine aynı anda düşebiliyormuş ve buna Galatasaray'da dahilmiş.

- Fenerbahçe Stoch'u bizim önerdiğimizin iki katı bonservis ödeyerek aldı, buyurmuş Sayın Polat.

Canım parası var adamların demek ki, saçıyorlar kime ne! Güiza'nın iki senede attığı 20'den az, kaçırdığı 120'den fazla gole 14 milyon Euro ödemiş Fenerbahçe, Stoch'a vermiş 7 milyon, çok mu!? "Paramız yoktu, Chelsea'nin istediği bonservisi veremedik, o yüzden de alamadık" cümlesi saklı aslında bu ifadenin altında. Ama işte öyle denir mi, denmez! O zaman döner dolaşır bomba yine yönetime patlar çünkü. Galatasaray yönetimi istediği oyuncuyu alamamıştır ey ahali, çünkü parayı denkleştirememiştir ve bunun tek suçlusu da Fenerbahçe'dir. Tü kaka, Fenerbahçe, amma da çok parası var yahu... Geçen gün hatırlamaya çalıştım da bulamadım, psikolojide bir adı var bu durumun. Hatalı bir hareket üzerine toplumun suçlamalarından çekinen insanların, suçu başkalarına atıp hedef şaşırtma çalışmalarına verilen bir isim... Neyse, hatırlayamadım yine. Kısaca "milleti yanıltmaya çalışma, hedef gösterme" falan diyelim biz en iyisi ve geçelim.

- Biz de zamanı gelince bir şeyler yaparız illa ki, diyerek misilleme sinyali vermiş Sayın Polat.

İşte tamamen Galatasaray taraftarının tepkisini azaltmaya yönelik, populist bir mesaj. Bir kere misilleme yapacak adam, kurum, her neyse, bunun haberini önceden vermez. Verirse önlem alınır, o misilleme de yapılamaz, misil elde patlayıverir mazallah. İkincisi, diyelim ki gerçekten misilleme yapmaya karar verdi Galatasaray. Örneğin Fenerbahçe'nin talip olduğu bilinen bir diğer isim Krasiç'e teklifte bulunup fiyat yükseltti. Fenerbahçe bu blöfü pek görmez gibi geliyor bana. Transfer işleri pokere çok benziyor. Rakibinizin önündeki çiplere bakıp elinde tuttuğu kartları değil ama aslında sahip olduğu gücü ve size oluşturduğu tehdidi ölçme şansınız var. Stoch olayıyla beraber Galatasaray'ın önünde kendisine nazaran ne kadar az çip olduğunu görmüş oldu Fenerbahçe. Dolayısıyla bu tip bir fiyat arttırımından a) çekinmez, b) Galatasaray saçma sapan derecede yüksek bir rakam öne sürerse Fenerbahçe çekilir. Çekilirse Galatsaray o parayı ödeyebilir mi? Sanmıyorum... Niye mi? Dün akşam üzeri itibariyle gördük ki 2 ay peşinden koşacak kadar çok istediği bir oyuncu için bile 3 milyon Euro daha ödemedi Galatsaray, üstelik Fenerbahçe'ye kaptıracağını bile bile. Eh o zaman, bana kalırsa bu misil fena halde elde patlamaya müsaittir, aman dikkat nükleer başlıklı olmasın.


Sözün özü şu ki, Galatasaray yapılan tüm sponsorluk anlaşmalarına, yeni stada rağmen halen maddi sıkıntılar yaşamaktadır. Bu da normaldir, gocunacak bir durum değildir. Umuyorum ki yeni stadın dolmaya başlamasıyla ve belki de bir kaç oyuncunun (belki sadece Arda'nın) transfer edilmesiyle elde edilecek gelirle beraber bu maddi sıkıntılar çözülecektir. Lakin bu süreçte taraftarı oyalamak ve uyutmak için parayı denkleştiremedi diye transfer edilemeyen bir oyuncuyu parayı bastırıp alan bir kulüp hakkında gereksiz popülist söylemlerde bulunmak fayda değil sadece zarar getirir. Kaldı ki bu söylemler ne Galatasraray, ne Fenerbahçe, ne Beşiktaş, ne Trabzon ne de Bursaspor'a yakışır. (Hepsini sayayım da laf olmasın sonra). Bana kalsa, hiçbir kulübe, Feriköyspor'a bile yakışmaz da, fazla idealist bir düşünce oluyor bu, o yüzden yüksek sesle söylemiyorum....

Saygılar.

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Top 10: The Bucket List

Bir süredir ara verdiğimiz Top 5 listelerimize geri dönüş yapıyoruz. Hatta bu listeleri yapmadığımız zamanların acısını çıkartmak için Top 10 yapıyoruz bu seferlik. Konumuz biraz değişik bu kez; pek de konvansiyonel değil. Bakalım, beğenirsiniz umarım.


 "Bucket List"

Hepimizin kendince "bunu mutlaka yapmalıyım" dediği şeyler vardır hayatta. Günlük iş yoğunluğundan, hayatın default hengamesinden dolayı öyle her dakika aklımıza gelmiyor bu tip şeyler maalesef. "Bucket List"i seyrettiyseniz hatırlarsınız. Orada bile 60'ına gelmiş iki adam daha yeni yeni bir liste haline getiriyorlardı hayatta mutlaka yapmak istedikleri şeyleri. Oysa aslında hayatını bunlar uğruna yaşamalıdır bir insan; ancak öyle mutlak keyif alınır hayattan gibi geliyor bana. Neyse efendim, mümkün mertebe azaltmak suretiyle 10 maddeye indirmeye çalıştım kendi listemi. Önceliğe veya öneme göre herhangi bir sıralama yoktur. Sizinkileri de duymak, görmek, okumak ister gönül comment olarak.

Le List de la Bucket 
 "lö list de la bukö" diye okunur :)

1- Şükrü Saraçoğlu'nda dolu tribünler önünde 15 dakika bile olsa Fenerbahçe formasıyla ve takımdaki gerçek futbolcularla oynamak. Opsiyonel olarak beraber oynayacağım 11'i de seçebileceksem eğer:

Schumacher - Gökhan Gönül, Lugano, Uche, Roberto Carlos - Oğuz Çetin, "Erdem Özkan", Rıdvan Dilmen, Tuncay - Van Hooijdonk, Alex



15. Dakikada benim yerime oyuna Anelka girsin, Alex orta sahaya çekilsin, Anelka forvete geçsin lütfen, teşekkürler. Bir grup taraftar oyundan çıkarken beni yuhalasın, buna karşılık Aziz Yıldırım ayakta alkışlasın. Ha bir de Teknik Direktör Aykut Kocaman olsun, vasiyetimdir.

Not: Bu kadro elbette ideal bir Fenerbahçe kadrosu değildir. Tamamen "şununla da oynamış olayım" diyerek oluşturulmuştur. Futbol bilgime sövmeyiniz :) 


2-  Nick Hornby ve Terry Pratchett'la birlikte kahvaltı, brunch, öğlen yemeği, beş çayı ve akşam yemeği... Hepsi ya da herhangi biri kabulümdür. Şundan bir ay önce olsa ikisiyle de ayrı ayrı olsun bu organizasyon derdim, Pratchett'ın -muhtemelen- sınırlı futbolseverlğinin Nick Hornby'le oluşabilecek sınırsız futbol geyiğine  ket vurabileceğini düşünerek. Lakin Pratchett'ın son kitabı (Unseen Academicals) göstermiştir ki, her İngiliz doğuştan futbolu sever, futbol-sever doğar. Organizasyonun Londra yerine İstanbul'da gerçekleşmesi tercihimdir (ki benden sonra başkaları da istifade edebilsin muhteşem ikiliden, evet).



 




Terry Pratchett ve her zaman taktığı şapkası... Hemen ardından da en son "An Education" kitabıyla yine o sevdiğimiz "İngiliz usulü Hollywood filmlerine" hammade sağlayan Nick Hornby 


3- Herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda sağlam bir orkestrayla başta Tuesday's Gone olmak üzere, Green Onions ve  Sweet Home Chicago çalmak. Aklıma gelmeyen başka şarkılar olabilir, onları da Anchor yaparız. Seçme şansım olsa söz konusu konserin Chicago House of Blues'da (HoB) gerçekleşmesini isterdim. Elbette orkestra olarak da "The Blues Brothers Band" fena olmazdı hani. Yanına BB King de mi koysak ne yapsak, hmm...


House of Blues... Üst tarafta farklı dinleri simgeleyen sembollere dikkat... "All Are One"


Alternatif olarak: Yine benzer şekilde profesyonel bir orkestrayla, hatta ve hatta Big Band'le, stüdyoya girip My Way, You're the Sunshine of My Life ve New York, New York söylemek ve bunu kaydetmek. Satmak için değil, eşe dosta dağıtmak için. İki müzisyen arkadaşım evlenirken davetiye yerine kapağında kendi fotoğraflarının bulunduğu 3 şarkılık buna benzer bir CD hazırlamışlar stüdyoya girip. Kendilerine de selam olsun buradan, iyi fikirdi. Hala dinliyorum :)


4- Ercan Taner'in sunduğu, Rıdvan Dilmen'in yorumladığı, canlı yayımlanan bir maçta ikinci yorumcu olmak ve Rıdvan'dan önce "Gol olur" demek... Olayın değerini arttırmak adına söz konusu pozisyon Türkiye'nin yer aldığı bir milli maçta gerçekleşmelidir. Aynı zamanda golü rakip oyuncu kendi kalesine atarken bilmeliyim ki kıymeti olsun. Yoksa "kolay zaten, bunda bir şey yok ki" diyebilir Rıdvan Dilmen. :)


5- Herhangi bir NFL Super Bowl karşılaşmasını yerinden, kanlı canlı izlemek... Yok, düzeltiyorum. Herhangi bir Super Bowl değil, San Francisco 49ers'ın oynadığı bir Super Bowl olsun bir zahmet. Maçın Los Angeles Rose Bowl'da oynanması tercih sebebidir. Oralar çok da soğuk olmaz hem Super Bowl zamanı, üstü açık da olsa stadın seyrederiz paşa paşa.


Pasadena'daki Rose Bowl Stadyumu. Amerikan Kolej Ligi takımlarından USC'nin evi... 

Indiana'daki 81.000 kişilik Notre Dame Stadı


Bunun yedeği, ya da B şıkkı diyelim, şudur: Herhangi bir Notre Dame Fighting Irish maçını canlı izlemek. Sezonun son maçı olması tercih sebebidir.


6- Sağlam sponsorlarla, televizyondan canlı yayımlanacak şekilde Türkiye'de bir IDSF World Championship düzenlemek ve bu organizasyonu başından sonuna tamamen üstlenmek. Bilmeyenler için: IDSF (International Dance Sport Federation) dans sporunun FIFA'sı olur. World Championship de bu sporun en iyilerinin katıldığı yarışmadır. Yıllarını bu spora vermiş, yarışmadan yarışmaya sürüm sürüm sürünmüş bir adam olarak haliyle en büyük hayallerimden biri de budur. Hayal kırıklığı yarattıysak, mazur görünüz, idealistim spor konusunda biraz. Alışmış kudurumuştan beterdir misali, hem bıkıp bırakıyoruz bu işleri, sonra da hayaliyle yatıp kalkıyoruz işte. :)

2009 IDSF World Champ Maribor, Slovenya'daki bu salonda yapılmış. (Smiley'le nasıl burun kıvırılır bilemedim, siz gözünüzde canlandırın bir zahmet...) Bu organizasyonu Türkiye alsa ne salonlarda, ne otellerde yapılır, bir daha da başka ülkeye vermezler emin olun.


7- Büyük bir spor kulübü veya federasyonda yönetici olarak görev yapmak. Tercihim elbette Fenerbahçe ve Türkiye Futbol Federasyonu olurdu ancak benzer kurumlara da hayır demezdim hani. Evet, konu spor olunca hem idealistim, hem profesyonelim suç mu!? :)

8- Uçak kullanmak. Öyle yalandan havadaki uçağın kokpitine girip, iki dakikalığına koltuğa oturmak değil elbette. Adam gibi gidip eğitimini alıp, Cessna'yla falan başlayıp sonra bir yolcu jeti uçurmak isterdim. Uzun mesafe uçalım, kıtalararası gidelim, hatta Karayipler'de bir yerlere inelim mümkünse. Tatil yapar döneriz fena mı olur işte...Hmm... İşin rengi nasıl da değişiyor altımda uçak olunca değil mi? "Bodrum neyine yetmiyor aç gözlü herif!" :) Eh oraya arabayla gitmek daha keyifli, ne o öyle uçakla 45 dakikada bitiveriyor yol. Nerede bunun molası, çöp şişi, tostu, ayranı? Yolculuk dediğin biraz uzun olur, ancak o zaman keyfi olur... O zaman şöyle özetleyelim bu başlığı: Kendi kullandığım uçakla, aileyi, eşi dostu, sevdiceği de alıp Karayipler'e gidip, orada tatil yapmak. Budur.

"Lost" esprisi yapmıyorum. Biliyorum ki aranızda "lostzedeler" var. :) Ama fena da olmazdı hani şu manzaranın üzerinde uçmak...

9-  Jack Black, John Cusack, Michael J. Fox, Christopher Lloyd gibi adamların oynadığı bir filmde "Cameo" olarak yer almak. Nasıl olsa bu adamların oynadığı tüm filmleri toplayıp arşivliyorum. İlla ki onu da alırdık, yoksa ben gözüküyorum diye değil yani, ne alakası var! Ha bu arada Jessica Biel'le falan böyle hafifen samimi bir sahnem olursa çok makbule geçer sevgili yönetmenim... (Stephen Frears ya da Jon Favreu olur muhtemelen kendisi bu arada, öyle uygun gördüm.)


 10- Gidip, parası neyse verip, ne kadar zaman gerekiyorsa ayırıp, icabında yıllarca uğraşıp okyanusta o dalgaların arasına çıkabilecek kadar Surf yapmayı öğrenmek. Akabinde muhtemelen önce Pasifik, ardından Atlantik ve son olarak da Avustralya sahillerinde bu zevki yaşamak isterdim. Lakin bendeniz çöldeki deve (bedevi diyenler de var) misali bir adam olduğumdan, dünyada en çok köpekbalığı saldırısına rastlanan yer olan Avustralya sahillerinden sağ çıkmam pek mümkün olmazdı herhalde. O bakımdan benim açımdan Antartika'ya gidip penguen sevmek daha güvenli bir seçenek sanırım. (Böyle de bağlar, sıkıştırırım iki dileği tek maddeye...)





Genel Not: Tüm bu aktiviteler elimizde bir zaman makinasının bulunmadığı göz önüne alınarak tasarlanmıştır. Yoksa yaratıcılıkta sınır tanımam da, neyse...

 Benden bu kadar. Sizin listelerinizi görelim, belki kopyalamak istediğimiz bir şeyler olur. "Yok ben vermem kimseye hayallerimi" derseniz, takas ederiz canım nedir yani!? :)


" ...."

24 Mayıs 2010 Pazartesi

"Devrim" ve Sonrası


Şampiyon Bursaspor'lu futbolcular attıkları bir gol sonrası "Timsah Yürüyüşü"yle sevinirken... (2010)

Turkcell Super Lig 2009-2010 sezonunu şampiyon olarak tamamlayan ve "Anadolu Devrimi"ni gerçekleştiren Bursaspor'u artık daha zorlu bir mücadele bekliyor. Bursaspor, 1959'dan bu yana İstanbul dışından sadece tek bir şampiyon çıkartabilmiş bir ülkede imkansızı başardı. Üstelik de bu başarıyı takımı henüz 1,5 sene evvel devralan genç bir teknik direktörle yakaladı. Kimilerine göre bu başarıda Bursaspor'un istikrarından çok İstanbul kulüplerinin inişli çıkışlı ve genelde son sezonlara bakıldığında düşüşte olan grafikleri daha büyük rol oynadı. Elbette en büyük pay şampiyonluğu son maçta, kendi evinde elinden kaçıran Fenerbahçe'nin, bu bakış açısına göre. Ancak Bursaspor gibi tarihinde "ilk üç" deneyimi bile olmayan, ülkenin en ateşli seyircilerine sahip bir kulübü, hatta ve hatta koca bir şehri şampiyonluk stresine sokmadan idare etmek bile başlı başına büyük bir başarıdır. Bu yüzden Ertuğrul Sağlam'ı kutlamak ve O'nu kovalarcasına gönderen Beşiktaş yönetimine teşekkür etmek gerekir.

Bu da "Timsah Yürüşü"nün mucidi Mususi'nin önderliğinde eskilerden bir gol sevinci. (http://forum.exbilgi.com/lofiversion/index.php/t42224.html)

Şimdi soru şu. "Bu şampiyonluk Bursaspor'u "5. Büyük" yapar mı?" Aslına bakarsanız kağıt üzerinde yaptı bile... Malum, günümüzde futbol kulüplerinin en büyük gelir kapısı yayıncı kuruluştan gelen sıcak para. Bu paranın büyük bölümü de doğal olarak ligimizde şampiyon olmayı başarmış dört takıma gidiyordu. Artık Bursaspor da bu kategoriye girdiğine göre, "Şampiyon takımlara ayrılan pay" 4 yerine 5'e bölünecek. Dolayısıyla TV gelirleri anlamında Bursaspor'un Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray ve Trabzonspor dörtlüsünden bir farkı kalmadı.

Kağıt üzerinde durum böyleyken, işin bir de gerçek boyutu var. Kabul etmeliyiz ki Bursaspor'un gerçekte "Büyük" olarak anılabilmesi için bu yıl yakalanan başarının devam etmesi gerekiyor. Bu, önümüzdeki sene de şampiyonluğun yakalanması lazım anlamına gelmiyor. Ancak en azından önümüzdeki sezon bu zamanlarda Bursaspor'u lig tablosunda ilk 4 sıranın içerisinde görmemiz gerekiyor. Kısacası devamlılık olmazsa Bursaspor geçici bir "Büyük" olmaktan öteye gidemez ve bu muhteşem başarısı da tıpkı topluca 10 yıl önceki UEFA kupasına baktığımız gibi gün geçtikçe bizden uzaklaşan bir anı olur sadece. Şöyle düşünün: Düzinelerce spor programı yapılıyor televizyonlarda. Her gün spor sayfalarında bir çok yazıya rastlıyoruz. Zaman zaman bu programlarda ve yazılarda "Üç Büyükler" terimini görüyoruz. Oysa bizim kağıt üzerinde dört büyüğümüz vardı şu ana kadar. Fakat bunlardan biri, Trabzonspor, çeyrek asırdır lig şampiyonu olamadığından zaman zaman unutuluyordu. Düşünün ki 6 şampiyonluğu olan ve futbolun bu kadar derin yaşandığı bir şehrin takımı bile büyükleri anarken unutulabiliyor. Öyleyse Bursaspor'un "Büyük" olarak anılması için kendini unutturmaması gerekiyor. 

Kağıt üzerindeki büyüklüğü gerçeğe yansıtmanın yolu devamlılıktan geçiyor dedik. Bunun için en önemli sezon önümüzdeki Ağustos'ta başlayacak 2010-11 sezonu. Bursaspor'un mevcut momentumu koruyup ligde yine tepelere oynaması şart. Bunun yanında Avrupa Şampiyonlar Ligi'ne direkt katılıyor olmanın ne kadar büyük bir hediye ve sorumluluk olduğunu da benimsemeli Bursa şehri. "Bursa Avrupa'ya gitti de ne oldu, buyrun gördük işte", ukalalığını yapmak için kalemler ellerinde, elleri klavyelerinde bekleyen o kadar çok "bilir kişi" var ki... Bunlara göz yummayıp, canını dişine takarak mücadele etmeli Bursaspor. Ertuğrul Sağlam'ın "şampiyonuz biz" şımarıklığına bir an bile müsaade etmeyeceğine ve yine çok koşan, savaşan bir ekip yaratacağına eminiz. Ancak Şampiyonlar Ligi'nde iş mücadeleyle bitmiyor. Ligimizin kalitesizliği yüzünden kendi şampiyonumuzla herhangi bir Avrupa ülkesinin şampiyonu arasında puan tablosuna bakarak sağlıklı bir karşılaştırma yapmamız mümkün değil. Ligi Fenerbahçe de şampiyon tamamlasa aynı durum geçerli olacaktı. Bu durum bizi Bursaspor'un Avrupa'da ciddi bir mücadele ortaya koyabilmesi için önemli takviyeler yapması gerektiği gerçeğiyle yüzleştiriyor. Özellikle de yabancı oyuncu kontenjanlarını Avrupa Kupaları'nda tecrübeli isimlerle doldurması gerekiyor Yeşil-Beyaz'lıların.

 Şampiyon Bursaspor'un yaratıcısı Ertuğrul Sağlam. Bundan sonra sorumluluğu daha da büyük olacak.


Bursaspor'u şampiyon yapan en önemli etken sağlam defansif kurgusu, disiplinli, sabırlı oyunu ve hızlı hücumda etkili olabilen, boş alanı seven Sercan, Ozan, Volkan gibi oyuncuları oldu. Bu oyun yapısı Şampiyonlar Ligi'nde de başarı getirebilir. Buna iki örnek verebiliriz.

İlki, önce "yenilmez" sonra da "yenildi tamam ama hayatta elenmez" denen Barcelona'yı kupanın dışına iten ve Şampiyonlar Ligi'ni kazanan İnter. Evet başlarında "bir adet" Mourinho var ve elbette Inter kadrosu ve Bursaspor kadrosu kıyaslanamaz. Ancak o kadro bile önce Barcelona sonra da finalde Bayern karşısında akıl almaz derecede başarılı bir savunma oyunuyla kazandı kupayı, muhteşem ofansif varyasyonlar veya sağdan soldan rakibine yüklenen, aman vermez bir hücum futboluyla değil. Final maçında neredeyse sadece üç kez gittiler rakip kaleye ve bunlardan ikisini gol yapıp yine kendi ceza sahalarının önüne döndüler. 2004 Yılında Rehhagel'in Yunanistan'ı bunun bir versiyon az gelişmiş halini oynuyordu ve Avrupa Şampiyonu oluyordu, ki bu da iyi bir örnektir aslında.

İkinci örnek belki Bursaspor için daha yakın ve kıyaslanabilir olacak. Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final oynadığı sezonu hatırlayalım. Lig'de tamamen kendi yarı alanına kapanan rakiplere karşı sürekli hücum etmek zorunda kalan Fenerbahçe, Avrupa maçlarında farklı bir oyun sergiliyordu. Ne de olsa rakipler Inter, Chelsea ve Sevilla'ydı. Sistem yine sağlam bir takım savunmasıyla başlıyor, topu kazanıldığında bir kontra-atak olasılığı gözükmüyorsa, mümkün olduğunca çok pas yaparak topa sahip olmayı amaçlıyordu. Eldeki oyuncular da zaten pek öyle kontra-atak futboluna uygun olmayınca, disiplinli takım savunması ve topa hakim olmayı amaçlayan, böylece hücum ederken bile savunma yapmayı sağlayan oyun anlayışı başarıyı getiriyordu.

Bursaspor'un elindeki mevcut oyuncular ikinci örneği, yani disiplinli bir şekilde, kısa paslarla oyunu riske sokmadan kontrol altında tutabilecek tarzda değiller diye düşünüyorum. Volkan, Ozan, Sercan gibi isimler daha ziyade hızlı bir şekilde rakip kaleye doğru hamle yapmayı seven oyuncular. O yüzden bu isimlerin, bu sene alıştıkları yüksek mücadele gücünü sahaya yansıtmaları ve top kazanıldığında dizginleri bırakılmışcasına rakip kaleye akın etmeleri Bursaspor adına daha doğru bir seçim olabilir. Elbette bu sistemin başarılı olabilmesi için Sercan Yıldırım'ın son vuruşlarını geliştirmesi ve gol/posizsyon oranını yükseltmesi şart. Milito'nun iki kez tehlikeli bölgede topla buluşup iki golle dönmesi sanırım buna en iyi örnek olacaktır.

Buna karşılık Türkiye Ligi'nde "Şampiyon Bursaspor"a karşı önümüzdeki sene Anadolu takımları bile daha temkinli yaklaşacaklar ve hatta belki biraz da hırslı oynayacaklar, şampiyonu yenme isteğiyle. Kim bilir, belki de bugüne dek İstanbul'un büyüklerine kapandıkları gibi Bursaspor'a karşıda kapanıp, katı bir savunma yapan takımlar görebiliriz... Bursaspor'un ve Ertuğrul Sağlam'ın önündeki en büyük engellerden biri de sanırım farklı kulvarlarda farklı taktik yaklaşımlar gerektiren bu durum olacak. Şu sıralar "Beşinci Büyük" olarak gösterilen Bursaspor, bu büyüklüğü devam ettirebilmek için çok hızlı ve kalıcı bir evrim geçirmek zorunda. Ertuğrul Sağlam, bu zorlu süreci başarıyla atlatırsa bugüne kadar bir Türk Teknik Direktör'ün yakaladığı en büyük başarıyı yakalamış olacak, Türk Futbolu'nda devrimi yaratıp, sağlamlaştırarak, bir daha yıkılmayacak şekilde.

14 Mayıs 2010 Cuma

"Yunanlı" Nedir? Yenir mi?




Hep "bu son olacak bir daha yazmayacağım bunları" diyorum ama dayanamıyorum işte. Var böyle kötü huylarım. Mesela eskiden de dans gecelerinde yanlış ritmde cha-cha yapan çiftleri gidip uyarıp, düzeltesim gelirdi. Batıyor, ne yapayım!? Hürriyet gazetesinin internet sayfasında çok sık rastlıyorum bu tip hatalara. Genellikle de Hürriyet'te rastlıyorum evet, yoksa bir garezim yok Hürriyet'e karşı, yanlış anlaşılmasın. Daha önce farklı yerlerde dile getirmiştim, burada -sanırım- ilk kez yazıyorum bu konu hakkında.

Bu yazının konusu olan haberi şurada bulabilirsiniz. Mevzu basit bir dilbilgisi sıkıntısı aslında. Ama bu denli basit bir hatayı bu kadar büyük bir medya organının nasıl mütemadiyen tekrarladığına aklım ermiyor bir türlü. Başlık: Fenerbahçe'ye Yunanlı Katil. Yanlış, haliyle. Doğrusu şöyle olmalı: "Fenerbahçe'ye Yunan Katil" veya "Fenerbahçe'ye Yunanistan'lı Katil". Kaldı ki bu son yazdığım da ilk alternatif dururken biraz yersiz bir kullanım oluyor aslında. Yani aslında "Yunanlı" diye bir şey yok. İlkokul tarih kitaplarında bile "Yunan'ı denize döktük" diye okudurk.

Şöyle bir örnekle açıklayalım. Şimdi biz Türkiye'de yaşıyoruz ve genel olarak Türkiye vatandaşlarına Türk deniyor. Yabancı bir gazete bizden bahsederken "Türklü" dese ne yaparız? "Türkiye'li" olabilir evet, Türk de tamam... Ama "Türklü" epey saçma oluyor değil mi? O zaman "Yunanlı" da saçmadır. "Atlı Süvari" demek gibi bir şey. Süvari dediğin zaten atlıdır, "atlı süvari" demek abesle iştigaldir! :) "Yunanlı" demek de bundan farklı değildir. Bir de bunun çoğul sorunu var. "Yunanlılar" demeye bayılıyor gazeteler. Yok öyle bir şey! "Yunanlar" var, "Yunan"var ama Yunanlı ya da Yunanlılar yan-lış!

Üzüldüğüm nokta bu hatanın sürekli olarak tekrarlanması. Yazdım Hürriyet'e bir keresinde, kibarca uyardım, "yanlış yapıyorsunuz" dedim. Kaale alınmamış demek ki. Kusura bakmasınlar, kendi dilini bu kadar umursamayan böyle büyük medya organları olduktan sonra, kalkıp da "Türkçe ölüyor, gençler Türkçe konuşamıyor" gibi zırvalara kimse kulak asmaz. Günde şu kadar insan giriyor, bu kadar insan "tık"lıyor diye reklam yapıyorlar, ama böyle özensiz ve umursamaz davranmaya da devam ediyorlar bir yandan. Ne anlıyoruz buradan? Hürriyet gazetesinde doğru dürüst bir tane editör yok, ben bunu anlıyorum.

13 Mayıs 2010 Perşembe

İç Transfer - Dış Transfer

Çocukluğumdan beri sezon sonlarında gazetelerde çıkan transfer haberlerinde bir acayiplik hissetmişimdir. Sonraları bunun yerini bir kafa karışıklığı almıştır ve nihayetinde, aklım ermeye başladığında, ufak çapta bir kızgınlık ve bıkkınlık. Her sene defalarca rastlıyoruz bu tip haberlere ve neredeyse tümünde bir kavram kargaşasıdır almış başını gidiyor. En son örneğine bugün Hürriyet gazetesinin internet sitesinde rastladım. Buyrunuz, başlık ve haber burada.

Galatasaray, Emre Çolak'la sözleşme yenilemiş. Haber kısaca böyle. Fakat haber bu olayı bir "iç transfer" olarak tanımlıyor. Ben de diyorum ki, "böyle transfer olmaz!". Olmaz, çünkü bu bir transfer değil. Emre Çolak zaten Galatasaray'da oynayan bir oyuncu. Başka bir takımla sözleşme imzalasaydı bir transferden söz edebilirdik. Zaten sözleşmeli olduğu kulüpte devam etmek üzere sözleşmesini uzatan bir oyuncuyu nasıl "iç transfer" sınıfına sokuyoruz anlamıyorum. Ortada bir transfer yok ki içi, dışı olsun!

Transfer ne demektir ondan başlamalı sanırım öncelikle. Transfer kelimesinin anlamları arasında, devretme, aktarma, taşıma, nakletme eylemleri ve haliyle tüm bunların isim halleri de bulunmaktadır (örn: Nakil). Kısacası, transfer etmek, bir şeyi bir yerden diğerine geçirmek anlamındadır. Bankalar da para transferi ibaresini kullanır pek çok işlem için.

Buradan hareketle, ben bu iç-dış transfer kavramlarının aslen şöyle kullanılması gerektiğine inanıyorum. Muhtemelen bu terimleri vaktinde ilk kullananlar da bu şekilde tanımlamışlardır zaten:

İç Transfer:  
Bir kulübün Türkiye'de başka bir kulüpte oynayan veya bu kulüple olan sözleşmesini tamamlamış bir oyuncuyla anlaşması ve transfer etmesi. (Örn. Rodrigo Tabata G.Ant - BJK; Gökhan Ünal TS - FB)

Dış Transfer: 
Bir kulübün bir başka ülke kulübünde oynayan veya bu kulüple olan sözleşmesini tamamlamış bir oyuncuyla anlaşması ve transfer etmesi. (Örn. Nihat Kahveci, Villareal - BJK; Joao Alves -Kiralık- Man City - GS)

Bu şekilde tanımlarsak daha mantıklı bir ayrım yapmış oluyoruz. Maksat iki -suni- transfer tipinin de farklı grupları içermesi ise elbette en mantıklısı İç Transfer'in yerli, Dış Transfer'in de yabancı oyuncular için kullanılması olacaktır. Ancak ben sevgili medyamızla bir şekilde orta noktada buluşmak istediğimden yukarıdaki gibi tanımlamaya karar verdim. Kimsenin kalbi kırılmasın, herkes mutlu olsun.

30 Nisan 2010 Cuma

Erken Sönen Yıldızlar - #1

2009-2010 Turkcell Süper Lig sezonunun sonlarına yaklaşırken ortaya atılan edepsiz, ahlaksız iddiaların haricinde futbola dair, oyunun güzelliğine dair pek bir şey konuşamaz olduk. Son zamanlarda oynanan en zevkli karşılaşmalardan biri olan Galatasaray-Bursaspor maçında bile hakemin gösterdiği kartlara takılıp, müthiş hayal gücümüzü kullanarak akla hayale sığmayacak komplo teorileri üretmeyi yeğledi basınımız, maçın muhteşemliğini göz ardı ederek. Düşünün, ben ilk yarıyı arabada radyoda dinlememe rağmen yani görüntü olmamasına rağmen önümde "bu nasıl maçtır yahu neler oluyor" diyerek heyecanlandım. Bunca pozisyonun yakalandığı, ancak buna rağmen golsüz biten böylesine heyecanlı bir maçtan çıkartılacak çok fazla ders ve sonuç var aslında.

Bu sonuçlardan birine değinerek yeni bir yazı dizisi başlatmak istiyorum. Belki daha önce başkaları da yapmıştır bilemiyorum, açıkçası araştırmadım da. Ancak bu konunun defalarca üzerinden geçilmesi gerektiğine inanıyorum, zira futbolumuzun geleceği tamamen bununla alakalı. Konumuz "Türk Futbolu ve Alt Yapılar". Diyeceksiniz ki "ne alakası var Galatasaray - Bursaspor maçıyla bunun", ben de "Sercan Yıldırım" cevabını vereceğim. Başka bir ülkede olsa çoktan büyük bir yıldız olmuştu Sercan. Hem diğer ülke liglerinin bizim ligimizden daha revaçta olması, hem de maalesef bizim tam da Sercan yaşındaki futbolculara gerek duydukları eğitimi veremiyor olmamız. Örneğin rakibini birden fazla kez geçmenin gol atmayı kolaylaştırmadığını izah etmek, koşarken kalenin neresinde kaldığını nasıl anlayacağını öğretmek gibi... Sercan kesinlikle futbolumuzun önemli yıldızlarından biri olabilir. Ancak geriye dönüp baktığımızda Sercan gibi parlamak üzereyken, kaybolup giden o kadar çok yıldız adayımız olduğunu görüyoruz ki, Sercan için de endişelenmemek elde değil doğrusu. İşte bu yüzden bu yazı dizisinde zaman zaman futbolumuzdaki genel sorunlara, alt yapılarda başarılı olan futbolcuların neden ilerleyen dönemde kaybolup gittiğine, bu kaybolan yıldız adaylarından bazılarının derinlemesine incelemelerine ve eğer kendilerini geliştirebilselerdi bugün nerede olacaklarına dair tahminlere yer vereceğim. Biliyorum, defalarca tartışılan konular bunlar daha önce ama düzelene kadar tartışmaya devam etmeliyiz bence. Üstelik Galatsaray'ın Bursaspor'a "yatışını" (!), Murat Şahin'in bilerek gol yemesini ya da Bobo'nun bilerek penaltı kaçırmasını tartışmaktan iyidir sanırım, ne dersiniz?

Lütfen sizler de aklınıza gelen futbolumuzun "tam olarak parlamamış" yıldız adaylarını bana hatırlatın. Böylece bu isimleri de araştırıp, haklarında birkaç satır bir yazabiliriz. Bazı değerlerimizi ne kadar çabuk harcadığımızı hatırlatabilir belki bu yazılar ileride, kim bilir?

Bu yazı dizisinin ilk bölümünü -bence- potansiyelinin yarısına dahi ulaşamamış, kendi döneminin en büyük yıldız adaylarından birine, Okan Koç'a ayırmak istiyorum.


Okan Koç:


Rıdvan Dilmen'e vaktinde "Okan hakkında ne düşünüyorsunuz?" diye sorduklarında "yakışıklı çocuk" cevabını vermiş, kendine has üslubuyla. Aradan geçen yıllar ve Okan'ın gel(eme)diği nokta Rıdvan Dilmen'in neden söyleyecek başka bir şey bulamadığını izah ediyor sanki.


Doğum Yeri: Sakarya
Doğum Tarihi: 22.01.1982
Profesyonelliğe Geçiş: 1997
Profesyonel Olduğu Kulüp: Çanakkale Dardanelspor
Mevkii: 
Anlaşılmayan bir şey yoktur herhalde? :)


Henüz 15 yaşındayken yetenekleri keşfedilen Okan Koç ilk olarak Çanakkale Dardanelspor formasıyla adını duyurdu. Sürati, enerjisi ve kendine güveniyle dikkat çeken Okan, o dönemde Türkiye'nin en önemli yıldızlarından biri olarak gösterildi. Henüz Çanakkale Dardanelspor'da 17-18 yaşlarında forma giyerken, İstanbul büyüklerinin gözü Okan'ın üzerindeydi. Ancak Gençlerbirliği Başkanı İlhan Cavcav daha hızlı davranarak, Fenerbahçe yönetimiyle çok yakın ilişkileri olmasına rağmen Çanakkale Dardanelspor başkan ve yönetim kurulunu ikna etmişti ve geleceğin yıldızı Okan Koç'u Ankara'ya getirmeyi başarmıştı.


 Şaka gibi bir Dardanel kadrosu. Soldan Sağa Üst: Okan Koç, Ufuk, Gökhan Zan, Ahmet, Levent, Fevzi Elmas
Alt Sıra: Arif, Senat, Emirhan, İlkem Özkaynak, Mehmet Çoğum 


2001 Yılından itibaren Gençlerbirliği'nde top koşturmaya başlayan Okan, 2003'e kadar Türkiye Ligi ve Türkiye U-21 Milli Takımı'nda başarılı performanslar sergilemişti. Bu başarısı Galatasaray ve Beşiktaş'ı birbirine düşürmüş ve önce Galatasaray'la anlaştığı duyurulmasına rağmen neticede Beşiktaş'a imza atarak siyah-beyazlı kulubün formasını giymeye başlamıştı. Ne olduysa bu noktadan sonra oldu ve Okan'ın parlamakta olan kariyeri bir anda büyük bir düşüşe geçti. Mircea Lucescu yönetimindeki Beşiktaş kadrosunda geçirdiği ilk sezonda tam bir hayalkırıklığı yaratan Okan 2004 sezonunun başında Konyaspor'a kiralık olarak gönderildi. Burada oynadığı 12 maçta 3 gol kaydeden Okan, 2005 sezonu başında bu kez de Ankaragücü'ne kiralandı. 2005 sezonunda Galatasaray'la anlaştığı ifade edilen ve Beşiktaş ile Galatasaray arasında kısa süreli bir krize sebep olan Okan, Beşiktaş'ın izin vermemesi sonucu yeniden Ankaragücü'ne döndü. Beşiktaş'ta bulunduğu dönemde ne Lucescu ne de Del Bosque'nin gözüne girmeyi başarabilen Okan Koç bu dönemden sonra Anadolu'nun çeşitli kulüplerinde kısa süreli ve başarısız performanslar gösterdi. Sırasıyla Konyaspor, Vestel Manisaspor, Sakaryaspor ve Altay'da forma giyen Okan, son olarak Denizlispor'a transfer oldu.

Bir zamanlar müthiş sürati, cesareti ve adam eksiltme yeteneğiyle izleyenleri büyüleyen Okan Koç, İstanbul'a yenik düşen genç yıldızların arasında kaybolup giden bir isim olmaktan öteye gidemedi. Müthiş futbol yeteneğine rağmen, öğrenim, eğitim ve mentor, yani insani vasıfların eksikliği sebebiyle yolunu kaybederek bir daha toparlanamadı. Oysa doğru bir yönlendirmeyle kendi yaş grubunda Avrupa'nın en önemli isimlerinden biri olabilirdi. Okan Koç'un yaşıtlarından ve yine Sakarya'da yetişen Tuncay Şanlı bu yönlendirmeyi aldığı ve belirli bir hedefe yönelik ciddi, profesyonel bir şekilde geliştirildiği için Fenerbahçe'ye transferi sonrası bocalamadı. Tuncay'ın çıkışı İstanbul'da da sürdü ve Avrupa'ya transfer olmayı başardı. Aynı yaş grubundaki Cristiano Ronaldo, Queresma gibi örnekleri düşünürsek, Okan Koç için "keşke" ya da "eğer" diyerek karşılaştırabileceğimiz en yakın örnek belki de Tuncay Şanlı. Ronaldo ve Queresma'nın arasında oluşan büyük kariyer farkının çok daha büyüğü var şu an Okan ve Tuncay arasında. Ronaldo Real Madrid'in yıldızıyken, Queresma öyle ya da böyle Inter'in bir oyuncusu. Okan ise Tuncay'ın muhtemelen kariyerine Avrupa'da devam edeceği önümüzdeki sezon Karabükspor'da forma giyecek. Sanırım bunun Real Madrid-Inter farkından daha büyük bir fark olduğunu söyleyebiliriz.


 Okan Koç Vestel Manisaspor formasıyla Fenerbahçe'li Mehmet Yozgatlı ile mücadele ederken.


Okan Koç'un bu üzücü başarısızlık hikayesinin şu an 16-18 yaşları arasında olan genç futbolculara örnek olması gerekir. Futbol İstanbul'a transfer olmak için oynanan bir oyun değildir. Evet herkes İstanbul büyüklerinde oynamak ister elbette, ancak buralara transfer olmak Okan gibi potansiyel yıldızlar için kariyer hedefleri arasında sadece bir basamak olmalıdır, bitiş çizgisi değil. Aslında Anadolu kulüplerimizin şampiyonluk potasına girmeleri, hatta şampiyon olmaları bu tip yıldız adayları için de çok önemli. Bu konuya yazı dizimizin bir sonraki bölümünde daha detaylı olarak değineceğiz. 

Fikir ve görüşlerinizi yorumlarınız aracılığıyla bekliyorum. Teşekkürler.

29 Nisan 2010 Perşembe

DEFCON

http://www.indianamilitia.org/files/dhs_official_color_code_chart.jpg 

Okuyucu Uyarısı: Bu yazı bir futbol yazısıdır. Ve bu uyarı yazının tümü kaleme alındıktan sonra başa dönülerek buraya yazılmıştır. Eğer ...

a) futbolun masa başında oynanan bir oyun olduğuna inanmıyorsanız (aferin size)
b) komplo teorilerinden sıkıldıysanız
c) Türkiye'deki futbol kulüplerinin yöneticilerinden fena halde ayar alıyor ama bugün sinirlenmek istemiyorsanız
d) spor basınına düşen bombalardan size de gına geldiyse...

...lütfen yazının son paragrafına geçiniz.. Oraya kadar olan kısım sizi ilgilendirmiyor. Öyle ki, ben bile sinirlendim yazarken, boşverin okumayın daha iyi.

2. Dünya Savaşı'nın bitmesiyle birlikte ABD ve SSCB yeni dünya düzeninde iki süper güç olarak ortaya çıkarlar. Çünkü ellerinde savaşı bitiren, nükleer silahlar vardı. Çok zıt ideolojilere sahip bu iki dev arasında bir savaşın patlak vermesi çok da uzun sürmedi. Ancak yarım asır boyunca bütün dünyaya "kıyamet" korkusu yaşatan bu soğuk savaş, beklenenin aksine ve defalarca çok yaklaşılmasına rağmen bir nükleer felaket doğurmadı. ABD, bu dönemde neredeyse her dakika patlak veren krizlerdeki süreci tanımlamak ve bir nükleer savaşa ne kadar yaklaştıklarını görmek için DEFCON sistemini geliştirdi. Bu sistem 5 kademeden oluşuyordu ve DEFCON 5 aralarında en güvenlisiydi. DEFCON 2'de nükleer başlıklı Kıtalararası Balistik Füzeler hazır hale getirilirken, DEFCON 1 konumunda ABD başkanı bir düğmeye basarak bu füzeleri ateşliyor ve nükleer savaşı başlatıyordu. Daha doğrusu plan buydu.... Tabii, sonrasında da "elveda Dünya".


DEFCON Tehlike Tablosu'nun soğuk savaş sonrası terörist saldırıya uyarlanmış hali...
(http://www.indianamilitia.org/files/dhs_official_color_code_chart.jpg)

Ankaragücü Asbaşkanı Atalay'ın hafta başındaki ilk demeçleri gündeme bomba gibi oturdu ve gerek içerik, gerek üslup ve en önemlisi söylemeye çalıştığı şeyi ifade ederken seçtiği kelimelerden dolayı bir kriz ortamı yarattı. Tıpkı soğuk savaş döneminde ABD ve Rusya arasında oluşan krizler gibi. Süreci incelediğimizde ilk agresif tutumun, en azından kamuoyuna yansıyan ilk agresif tutumun, Ankaragücü tarafından geldiğini görüyoruz. Zira Atalay'ın söylemleri yenilir, yutulur cinsten değil. Fenerbahçe bu sözlü saldırıya cevap vermekte gecikmiyor ve içinde -direkt saldırı teşkil etmese de- "şerefsiz, namussuz" gibi ibareler geçen bir bildiri yayınlıyor. Son dönemde Fenerbahçe - Beşiktaş maçı ve sonrasında gelişen olaylar neticesinde zaten tüm kulüplerin otomatikman gerilip, DEFCON 4 seviyesine geçtiklerini düşünürsek, Fenerbahçe ve Ankaragücü bu saldırı ve ardından gelen misilleme sonrası DEFCON 3 seviyesine kadar inmiş oldular. Soğuk Savaş dilinde bu şu anlama gelmektedir. ABD, nükleer silah yüklü uzun menzil bombardıman uçaklarını havalandırıp harita üzerinde "fail safe" adı verilen ve geçtikten sonra geri dönüşü olmayan önceden belirlenen koordinatların sınırına kadar gönderir. Uçak gemileri ve denizaltılar önceden belirlenen hedeflere en etkin saldırıları yapabilecekleri noktalara doğru hareket etmeye başlar. Ordu alarma geçer ve eli tetikte beklemeye başlar.


Genellikle Ankaragücü ve Fenerbahçe arasında yaşanan bu tip sözlü savaşlar belirli bir şablonda ilerler ülkemizde. Bir taraf saldırır, diğer taraf cevap verir, yetkilileri soruşturma yapmaya davet eder ve krizi başlatan sözleri sarfeden kişiye karşı dava açar. Bu noktadan sonra genellikle kriz durağan bir hal alır ve özellikle konuyu ilk açan taraf sessizliğe bürünür. Çünkü zaten amaç ortamı germek ve karıştırmaktır en baştan beri ve bu amaca ulaşılmıştır. Ancak bu sefer bu şablonun dışına çıkıldı. Atalay, Fenerbahçe'nin cevabından sonraki gün yine mikrofonların başına geçti ve kendisinin de Fenerbahçe kulübüne dava açacağını ifade etti. Bu hareket krizi eskale etmek, yani bir adım daha ileri götürmek anlamına geliyor. Kullandığı ifadeler yine zehir zemberek. Fenerbahçe'yi maçı sabote etmek ve kendi lehine çevirmek adına Ankaragücü oyuncularına müdahale etmekle suçluyor. Fenerbahçe ise bu kez sessiz kalıyor ve cevap vermiyor. Ancak yine de Fenerbahçe'nin artık DEFCON 2 konumunda olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yani artık kıtalararası füzeler ateşlenmeye hazır şekilde bekliyor, uçak gemilerindeki tüm uçaklar hazır hale getiriliyor. Artık "kıyamet" sadece bir düğme uzaklığında. Bu tip krizler soğuk savaş döneminde hiç kimse DEFCON 1'e geçmeden bir tarafın veya bazı durumlarda her iki tarafın birlikte geri adım atmasıyla soğutulur ve nükleer savaşın önüne geçilirdi. Fenerbahçe, Ankaragücü krizinin seyri ise iki önemli tarihe ve bu tarihlerde kulüplerin izleyecekleri politikalara bakıyor.

İlk önemli tarih karşılaşmanın hakeminin açıklanacağı gün, yani önümüzdeki hafta Çarşamba, Perşembe günleri. Bu günlerin birinde özellikle Ankaragücü cephesi Atalay üzerinden yeni bir saldırıya geçebilir. Atalay daha önce bahsettiği komplo teorileriyle, gerçekleşen hakem atamasını ilişkilendirebilir. Fenerbahçe bu hareketi, hakemi etki altına almaya yönelik bir tutum olarak değerlendirerek, karşı saldırıya geçebilir. Bu durum krizi bir adım daha öteye götürecektir. Bu tarihte Ankaragücü'nün geri adım atma şansı da var elbette. Yapılan hakem atamasının aldıkları duyumlarda belirtilen isimler olmadığını belirten (muhtemelen Aziz Yıldırım'ın bizans oyunlarının bu kez işe yaramadığını da içeren) bir basın açıklaması, Ankaragücü'nün krizi daha fazla ileri götürmek istemediği şeklinde yorumlanmalıdır ve Fenerbahçe cephesinden bu tip bir bildiriye gereksiz bir misilleme gelmemelidir.

Ancak, esas bomba elbette maçtan sonra patlayacak. Kimin kazandığının önemi olmayacak ve kaybeden taraf mutlaka hakemi de, maçtan önce yaratılan bu kriz ortamını da içeren söylemlerde bulunacak. Fenerbahçe kaybederse yıkım çok daha büyük olabilir. Hele ki şampiyonluk bu maçla kaybedilirse Fenerbahçe'nin DEFCON 1'e geçip elindeki tüm kitle imha silahlarını ateşleyeceğini söyleyebiliriz sanırım.

Bu krizin nasıl ilerlediğini ve ne şekilde sona ereceğini önümüzdeki gün ve haftalarda izleyerek öğreneceğiz. Bu olaylardan şu ana kadar öğrendiklerimizin en önemlisi sanırım Ankaragücü'nün önümüzdeki seneye yaptığı yatırımdır. Belli ki genç Ahmet Gökçek kulübünü "büyük kulüpler" mertebesine sokmaya kararlı ve kurduğu ittifaklarla yavaş yavaş elini güçlendirmeye çalışıyor. Hakemlerle, Fenerbahçe'yle ilgili agresif söylemlere girerek bu alanda da tecrübe kazanmaya çalışıyor; biliyor ki ileride lazım olacak. Yeni Dünya düzeninde ABD'ye rakip olacak yeni süper güç ülkesinin kim olacağı tartışılırken, futbolumuzda şampiyon olmadan "ben de büyüğüm" demeye başlayan bir başkan boy göstermekte. Umarım başında bulunduğu kulübün tüm bu kargaşa ve gereksiz beyanatlar olmadan da ülkenin en büyük kulüplerinden biri olduğunu bir an önce farkeder de, kulübü kendi mentalitesine uygun hale getirip çirkinleştirmek yerine, kendisi o kulüpten bir şeyler öğrenir tez zamanda. - SoN


Yazının başında yaptığım uyarıyı dikkate alan değerli okuyucular!

Nihayet sizi ilgilendirmeyen kısımları geride bıraktık. Bir deneyin belki bunlar daha çok ilginizi çeker. Soğuk Savaş konusu gündeme gelmişken, bu konuyla ilgili başarılı bir kaç filmden bahsetmek lazım. Şimdilik sadece isimlerini veriyorum, siz izleyedurun ben de bu konuda bir yazı hazırlayayım izninizle.

"Dr.Strangelove or How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb"  - 1964
Ynt: Stanley Kubrick, Oyn: Peter Sellers

 Peter Sellers ve Dr.Strangelove'dan bir sahne
http://nighthawknews.files.wordpress.com/2008/12/dr-strangelove1.jpg 


"War Games" - 1983
Ynt:  John Badham, Oyn: Matthew Broderick

War Games filminde Matthew Broderick, evdeki bilgisayarından DEFCON'a bağlanırken.
http://blogs.amctv.com/scifi-scanner/wargames560.jpg 


"Fail Safe" - 2000
Ynt: Stephen Frears, Oyn: Richard Dreyfuss, George Clooney, Harvey Keitel, Don Cheadle

"Fail-Safe" ve muhteşem oyuncu kadrosu
http://www.gilamovies.com/movie_images/movie_687/failsafe.jpg 

23 Mart 2010 Salı

Güneş'li Trabzon Günleri

Genel olarak Türk insanında sıkça rastladığımız "kısa vadeli düşünme", "acele -ve genelde yanlış- karar verme" ve "çabuk gaza gelme" özellikleri sağolsun futbolculara, yöneticilere, hakemlere ve en önemlisi de teknik adamlara hemen bir takım sıfatlar yapıştırıveriyoruz. Bu sıfatların bazıları göreceli oluyor (25 yaşındaki Semih Şentürk'e "genç" demek), bazıları erken (Bülent Uygun'a henüz ilk "başarılı" sezonun sonunda "yeni Fatih Terim"), bazıları da fazlasıyla abartılı oluyor. Daha önce burada Mustafa Denizli'ye "Türkiye'nin yetiştirdiği en büyük teknik adamlardan biri" denilmesine değinmiştim. Bu konudaki görüşlerim halen değişmedi. Bundan bir kaç ay öncesinde bana Şenol Güneş'i sorsanız ve O'nun hakkında "Türkiye'nin en başarılı teknik adamlarından" deseniz, yine abarttığınızı söylerdim. Ama işte bu fikrim yavaş yavaş değişiyor.

(www.sporsitesi.com)

Şenol Güneş'in teknik direktörlük kariyeri Trabzonspor'un 1996'da şampiyonluğu Fenerbahçe'ye kaptırmasıyla sorgulanmaya başladı. Şenol Güneş için beraberliğin bile Trabzonspor'u büyük ölçüde şampiyon yapacağı bir maçı, kendi sahasında 1-0 önde götürmesine ve rakibe doğru düzgün pozisyon vermemesine rağmen gereksiz yere hücum ederek kaybettiği söylendi. Biraz da doğruydu sanki. Şenol Güneş belki de o karşılaşmada takımını dizginleyememişti. Belki de o haftaya kadar kendisine yapılan en büyük eleştirinin, "1-0 öne geçince hemen takımı geri çekiyor" eleştirisinin etkisinde kaldı ve kendisini maçtan sonra ağır şekilde eleştiren medyanın tuzağına düştü. Nedenini bilmiyoruz ama şu bir gerçek: Şenol Güneş'in kariyeri bu maçtan sonra duraklama dönemine girdi. Milli Takım'ın başına getirilmesi inanılmaz tepki aldı. Ne de olsa halen 1996'daki o maçla hatırlıyorduk O'nu. Tecrübesi yok, doğru düzgün bir başarısı yok dendi; yetmedi karizmaya, vizyona yüklenildi. Hatta saçını yandan taraması ve jöle kullanmaması bile eleştiri sebebi olabildi. Bu böyle sürdü gitti... Ta ki Milli Takım'ı 2002 Dünya Kupası Finalleri'ne götürünceye kadar. Kore ve Japonya'daki o muhteşem heyecanı hepimiz yaşadık, halen hatırladığımızda tüylerimiz diken diken oluyor. Dünya üçüncüsü takımın teknik direktörü hakkında çoğumuz o gün bile "çok iyi bir adam; çok iyi niyetli. Ama milli takım teknik direktörlüğü Şenol Güneş'in işi değil" diyorduk. Bu başarıyı "Fatih Terim'in Galatasray'da yaptıklarının uzantısı" olarak değerlendiriyor, Şenol Güneş'e hakkını bir türlü teslim etmiyorduk.

O kadar acayip bir durumdu ki, Dünya üçüncüsü Türkiye'nin teknik direktörü bu işten ayrıldıktan sonra bir daha doğru düzgün bir takımın başına geçmedi. Benim bildiğim, normalde böyle adamlar özellikle milli takımlar düzeyinde kapışılır, en azından Afrika'da çıkış arayan ülkelerin başına getirilir ya da bir sonraki Dünya Kupası'na gidecek bir Asya takımıyla anlaşır. Oysa Şenol Güneş inzivaya çekildi... Belki bir kaç deneme yapmıştır, hatırlamıyorum tam olarak ama en son bildiğim Kore'de bir takım çalıştırdığı; sanırım FC SEOUL.

Gelelim neden bu fikirlerimin yavaş yavaş değiştiğine... Trabzonspor'un Şenol Güneş geldikten sonraki grafiğine baktığımız zaman büyük bir başarı görüyoruz. Bunda herkes hemfikir. Bu durumu yine "yeni teknik direktör, yeni heyecan" klişesiyle açıklayanlar olduğu gibi, "Türkiye'nin kahramanı Şenol Güneş'in sihirli değneğine" bağlayanlar da var. Ben Şenol Güneş'in çok büyük bir teknik direktör olduğunu halen söyleyemiyorum. Ancak bu haftasonu oynanan Trabzonspor-Galatasaray karşılaşmasını izledikten sonra Şenol Güneş'i bugüne dek fazlasıyla hafife almış olduğumu, yanıldığımı farkettim ve bu durum bende değişik bir tatmin, mutluluk yarattı. Trabzonspor bu sene bu ligde izlediğim en iyi oyunlardan birini yansıttı sahaya o akşam. Minimum bireysel hata, takım halinde ve bireysel olarak cesur bir oyun anlayışı, muhteşem bir kaleci ve iştahla, ısırarak oynayan oyuncular.Attıkları golü, Onur'un kurtardıkları ve orta sahadaki akıllı ayaklarından gelen paslarla girdikleri pozisyonlar sanırım bu şekilde özetlenebilirdi. Hata yapmadılar mı? Elbette yaptılar. Ancak o kadar iyi bir oyun vardı ki sahada normalde en ufak hatada stadı inleten Trabzon seyircisi bile bunları farkedemedi; öylesine büyülenmişti herkes. Şenol Güneş'in bu takıma oynattığı oyundan dolayı tebrik edilmesi lazım. Her şeyi bir kenara bıraktım, istisnasız her pozisyondan sonra oyuncularına saha kenarından pozisyona üzülmeyi, sevinmeyi, hakeme tepki göstermeyi bırakıp bir an önce savunmadaki yerlerini almaları için uyarması bile ne denli konsantre olduğunu gösteriyor bize. Takımını düşünen profesyonel bir oyuncunun bu tip anlarda ilk düşünmesi gereken temel olguyu, oyundan kopmamayı bıkmadan usanmadan tekrar edip öğretmeye çalıştı Şenol Hoca maç boyunca. Bunda büyük ölçüde başarılı olduğunu da gördük. Burak, Colman, Alanzinho gibi adamlardan oluşan bir orta sahayla Galatasaray beklerine ve stoperlerine topla çıkma şansı tanımadı Trabzonspor, oyun disiplininden kopmadıkları için

Elbette bu harika karşılaşmada Galatasaray'ın da güzel oyunundan bahsetmemiz gerekir. Trabzonspor'a göre daha bireysel ama aynı derecede mücadeleci bir oyun sergilediler. Elano'nun bile müthiş bir hırsla savaştığını gördük. Caner'in hücüma katkısına, Gio Dos Santos'un süratle bezenmiş becerilerine, Sabri'nin geçirmekte olduğu olağanüstü mutasyona şahit olduk. Bu takımın bir numaralı santrforunun kesinlikle ve kesinlikle Baros olduğunu, Jo'nun iyi ki sadece kiralık alındığını olduğunu bir kez daha anladık. Keşke Fenerbahçe için de buna benzer şeyler söyleyebilseydik de haftasonundaki derbi için puan cetveline etkisi haricinde farklı heyecanlar duyabilseydik oyun namına.

Neyse, Şenol Güneş diyorduk biz esas... İnsani yönlerini, mikrofon ve kamera karşısındaki dürüstlüğünü, en önemlisi de kendini değiştirmeden, şov yapmadan, olduğu gibi davranıyor olmasını takdir etmişimdir her zaman. Bunca sene eleştirdikten ve beğenmedikten sonra şimdi mesleki olarak da iyi işler yaptığını farkedince, yanıldığıma sevinmem sanırım yine Türk insanına has "her zaman mağdurun yanında olmak" adlı bir özellikten kaynaklanıyor. Umarım Şenol Güneş beni ve benim gibi zamanında kendisini başarılı bulmamış herkesi yanıltmaya devam eder. Başarıyı bu camiadaki bir çok insandan daha fazla hakettiğine eminim. Böylece belki önümüzdeki yıllarda Trabzonspor'da ya da başka takımlarda elde edeceği başarılarla Şenol Güneş için "ülkemizin yetiştirdiği en başarılı teknik direktörlerden biri" diyebiliriz; tıpkı şu anda "bu camiadaki en düzgün adamlardan biri" diyebildiğimiz gibi.

18 Mart 2010 Perşembe

Southern Rock... Givin' me the Chills

Geçenlerde yine televizyoda izleyecek bir şeyler ararken CNBC-E'de One Tree Hill'in sezon finaline rastladım. Ben izlemeye başladığımda bitmek üzereydi. Diziyi çok takip etmediğim için tam kanal değiştirecektim ki arkada çalan şarkıya takıldım. 2-3 Dakika kadar dinledim. Dizi biter bitmez de hemen internetten aradım. Elimde ne bir şarkı adı, ne de grup adı vardı. Ama google'da "One Tree Hill 6.Season Music" gibi bir arama yapınca karşıma çıkan zilyon tane One Tree Hill'de çalan parçalara adanmış sitenin içinde aradığımı bulmak pek de zor olmadı. 70'Lerde Marshall Tucker Band tarafından söylenen Can't You See adlı bir şarkıymış. Aradım, buldum, indirdim, bol bol dinledim. Halen sıkılmadım. Hepi topu üç adet akordan oluşan bir parça. Sırasıyla D, C ve G... Öyle yedilisi medilisi de değil, dümdüz basıyorsunuz akorları. Çok basit yani anlayacağınız. Klasik bir Southern Rock örneği. Sizlerle de paylaşayım, dinleyin belki seversiniz. Buyrunuz, burada benim dinlediğim orjinal versiyonu bulunuyor. Burada da aynı şarkının canlı televizyon kaydı var. Sizi zahmete sokmayıp buraya videoyu koymak istedim ama yine beceremedim tabi. Neyse, YouTube sağolsun...

 Marshall Tucker Band... Kendileri aynı zamanda daha sonra Blues Brothers tarafından da cover'lanan "Ghost Riders in the Sky"ı da söylemiş vaktinde. 


 Blues Traveler. Blues Brothers 2000 filminin en önemli kısmı olan kovalama sahnesinde "Maybe I'm Wrong" ile yer almışlardı kendileri.

Oldum olası böyle sade, basit şarkıları sevmişimdir. Ne bir nota fazla, ne bir nota eksiktir. Biraz daha süslense dinleyene batar, daha sade olduğunda da anlamı kalmaz, "bunu ben de yaparım" denir, geçilir. Bu tip şarkılara bir örnek daha vereyim lafı açılmışken. Blues Traveler - Just Wait. Geçmişteki kölelik mevzuları, yamuk ağızlı konuşmaları ve faşist tavırları yüzünden güneylisini pek sevmem Amerikalı'nın. Ama adamlar öyle böyle müzik yapmıyor, o konuda hayranım gerçekten. Bir filmde geçiyordu. Kuzey'e gıptayla bakan, Güney'den sıkılmış birinin neşesini yerine getirmek için "Hey! What are you talking about? South is great! You have your rodeo thing and cowboys... You have err... Nascar! We don't have that kinda stuff! And Skynyrd didn't happen to us northerners for God's sake!!" tadında bir şeyler söylüyordu (biraz kendimce yorum katmış olabilirim ama kabaca böyleydi). Hakikaten de doğru... Kuzeyde Kurt Cobain'li, Soundgarden'lı Seattle Sound ve Blues'un merkezi, herşeyi, House of Blues'lu Chicago olabilir. Güneyin de Skynyrd'li, Allman Brothers'lı Southern Rock'ı var... Hatta Metallica'nın bile bu akımdan ziyadesiyle etkilendiğini söyleyebiliriz. Metallica'nın kurucularından, baterist Lars Ulrich, Bob Seger'dan Turn The Page'e de yer verdikleri "Garage Inc." albümlerinde cover versiyonu bulunan "Tuesday's Gone" adlı bir Lynyrd Skynyrd parçası için (orjinali de Metallica Cover'ı da çok iyidir) albüm kapağında şöyle demiştir:

"Bir gün arabamla otobanda giderken radyoda çaldı bu şarkı. O güne kadar dinlediğim en hüzünlü parçaydı. O anda bunu cover'lamaya karar verdim."




Bu arada, hemen yukarıda bulunan fotoğrafa dikkat etmenizi rica ediyorum  Efsane bir fotoğraf gerçekten. Bu fotoğraftakiler San Jose'de bir radyo şovunda bir araya geliyorlar. Burada Tuesday's Gone çalıyorlar. Tamamen "jam" amaçlı... Ortaya çıkan sonuç o kadar güzel oluyor ki Metallica bu kaydı alıp Garage Inc.albümüne koyuyor. Şarkının sonunda Hetfield'ın teşekkürleri sırasında arkadan "Hey Lars! let's do that again" seslerini duyunca nasıl keyif aldıklarını daha iyi anlıyorsunuz. Bu adamların bir arada olup çaldığı bir radyo şovu tekrar yapılsa muhteşem olmaz mı? 

Bugün de böyle müzik paylaşayım dedim... Dinlersiniz ve beğenirsiniz umarım efendim, saygılar.

28 Şubat 2010 Pazar

Efsanevi Medya Hareketleri # 2

Ankara'da düzenlenen federasyon dans yarışmaları, yarışma dönüşünde gerçekleşen kaza, vefat eden ve yaralanan sporcular derken yine blog camiasından uzak kaldım iki hafta. Yarışma organizasyonları haricinde bahsettiğim olaylarla bilfiil ilgilenmemiş olmama rağmen içimden gelmedi bir şey yazmak; yoksa yoğun falan da değildim hani.

Son bir kaç gündür klavyemi özlemiş olmalıyım ki "yahu bizim Lounge'u da çok boşladık, gelen giden var mıdır" acaba demeye başladım, ancak bu sefer de yazacak bir konu bulamadım (bu da aslında isteksizlik sürecinin devam ettiğinin bir göstergesi). Derken az önce şu habere rastladım:

http://www.milliyet.com.tr/magazin-turu/yasam/galerihaber/28.02.2010/1193982/default.htm 

Okur okumaz keyfim yerine geldi. Zira Pelin Hanım her ne kadar genç kuşağın "çok yönlü entellerinden" ("multi-task jöntürk" de diyebiliriz) kabul edilse de benim gözümde çok farklı bir yeri vardır. Daha önce farklı internet ortamlarında konuya değinmişliğim vardır, sağolsun bu tip olaylar sayesinde Pelin Hanım ziyadesiyle fırsat sunuyor bana. İşte o olaylara bir yenisi eklenmiş, küçük hanım yine yapacağını yapmış. Bu kez kendisine teşekkür etmek istiyorum, bu iki haftalık kış uykusundan uyanmama vesile olduğu için, beni klavyemin başına döndürdüğü için. Çok teşekkürler sevgili Pelin Batu!

 
Pek güzel kızdır Pelin. Kaş göz her şey yerinde... Konuşunca saçmalamasa gidip isteyeceğim. Gerçi sevgilisi var ama olsun...


Şimdi burada sorgulanması gereken bir kaç nokta var ve aslına bakarsanız bunların  en önemsizi Pelin Batu'nun canlı yayında uyumuş olması. Olabilir, herkesin başına gelebilir. En kontrol sahibi, azimli, dayanıklı insan için bile çok düşük yüzdelerle bile olsa gerçekleşme ihtimali olan bir durumdur bu. O yüzden (ve daha iki satır önce kendisine teşekkür ettiğimden dolayı) bu seferlik uyumuş olmasından dolayı üzerine gitmiyoruz Pelin Hanım'ın. Bir dahaki vukuatını bekliyoruz, nasıl olsa arayı fazla açmıyor kendisi sağolsun. Biz esas tartışılması gereken diğer noktalara geçelim:

1- "Tarihin Arka Odası" programının o ana kadar muhtemelen kendisi de kamera arkasında çoktan uyumuş olan yönetmeninin kendi sunucusu Pelin Batu'yu yerin dibine sokmak istemesi. Sebebini bilmiyorum. Gerçi bir tezim var bu konuda; yazının sonuna saklıyorum.

2- Murat Bardakçı'nın muhtemelen Pelin Batu'nun babası İnal Batu'ya saygısından, kızcağızın üzerine fazla gitmemesi. Yönetmen efendi körün gözüne soktuğu için kayıtsız da kalamamış adam tabi "biraz sessiz konuşalım daldı kızcağız" demiş.

3-  Pelin Batu'nun horlamadan uyuması. Ben bu kızda geniz eti problemi var zannediyordum, kesin horluyordur diye düşünüyordum. Şaşırttı beni gerçekten. Artık evlenebilirim kendisiyle, fikrimi değiştirdim.

4- Yukarıdaki maddeye bağlı olarak Pelin Batu'nun kendi horlamasına uyanmaktan kurtulması. Zira olayın etkisini iki üç kat artırabilecek bir durum olurdu bu. Uçaklarda, otobüslerde rastlanır kendi horlamasına uyanan insan modeline. Gerçekten komik bir durumdur. Kendimden bilirim :) Pelin Hanım ucuz atlatmış

5- Pelin Batu'nun uyandıktan sonraki halleri, uyku sersemliği, görüntülendiğini anladıktan sonra "nasıl yırtsak" debelenmeleri ve ağzından çıkan anlamsız laflar:

PB: (Gözlerini ovuşturarak) "Vücudum.... Vücudum attı... Hani şey olur ya... Neyse... Sabah 7'de uyandım da, pardon... Sabahları daha verimli oluyorum."
-O saatten beri ayakta mısınız?
PB: "Sayenizde!"
-Sabah 7'de uyanmak zor olsa gerek. Ben saat 3'te uyandım. Sabaha kadar yazı yazdım. Bir daha da uyumadım.
PB: "Maşallah!"

Pelin'ciğim sen de çıkmayıver programa madem yorgunsun canım. Sen ve programa kattığın müthiş entellektüel derinlik(!) olmadan bir hafta idare ediversinler, koskoca adam hepsi nasıl olsa. Ha yok Kadir Baba zorla tutup kolundan "NnnBurada oturacaksın!!! NnnnProgram boyunca nnyerinden kalkmayacaksınnn!! NnnKahve ve Red Bull da yasak sanaaa!" diyorsa, söyle bilelim ona göre tavır alalım. Vah yavrum, yazık.

6-  Yaşanan bu diyalogdan sonra programa kaldığı yerden devam eden Murat Bardakçı'nın görüntüsü ekrandayken, arkadan yine Pelin Batu'nun derin esneme seslerinin gelmesi. Birleri kahve getirsin şu kıza canım!!

 
Hepimiz Mastürbatör / Mastürbasöz'üz. Kendimizi tatmin ediyoruz. Sen de ediyorsundur umarım Pelin'cim. Zira o tarih programına çıkarak bizi tatmin ettiğin yok, bari kendini et de bir işe yarasın.


Pelin Batu'nun bu programdaki ilk vukuatı bu değil. Daha önce de sözde Ermeni Soykırımı üzerine tartışılırken "sözde" ibaresini bir kaç kez kullanmamış ve gerek misafir konuşmacıların gerekse Murat Bardakçı'nın tepkisine maruz kalmış. Bunu bilmiyordum, atlamışım maalesef, zira başlı başına bir yazı gerekiyor buna. Babası bu denli meşhur bir diplomat olan, son derece kültürlü, on parmağında on marifet ve entellektüel vasıfları memleketim ortalamasının fersah fersah üzerinde (!) birinin bu hassas konuda kendisini güvenli bölgede tutmasını sağlayacak tek bir sözcüğü kullanmayı unutması anlaşılır gelmiyor bana. Pelin Batu'nun neredeyse tüm demeçlerinde abuk sabuk bir kaç ibare bulmak mümkün ama bu hakikaten çok ağır olmuş. Dediğim gibi bu olaydan haberim yoktu, bu uyku videosu üzerine "programın ana sayfasına bir göz atayım da yanlış bir şey yazmayayım" diye bakınırken rastladım. Evet, "Tarihin Arka Odası" programının ana sayfasında Pelin Batu'nun Ermeni mevzusu üzerine ettiği gaflar, bu gaflara istinaden Murat Bardakçı ve diğer konukların tepkileri, hatta ve hatta seyircilerden gelen tepkiler yer alıyor. Buyrunuz, dilerseniz buradan ulaşabilirsiniz. Bu yazılar sanki programı hazırlayanlar tarafından değil bu programın ve yayımlandığı kanalın düşmanı olan bir başka medya kuruluşunca yazılmış gibi duruyor. Bir yapımcı, ya da bir kanal neden kendi programının sunucusuna dair böyle yazılar yayınlar?

Bu soruya cevap olmasından şüphelendiğim bir tezim var. Olayların arka planında başka bir numara döndüğünü düşünüyorum.O da şöyle:

Ben Pelin Batu'nun bu programdaki yerinin tamamen sebepsiz gaflar ve olaylar yaratmak olduğunu düşünüyorum. Cumartesi gecesi saat 23:00'te başlayan bir programda, onca tarihçi varken Pelin Batu gibi maksimum saçmalayıp, minimum katkı sağlayabilen birinin bulunmasının başka bir açıklaması olamaz bence. Belki baba kontenjanından diyeceğim ama hani o da bir yere kadar. Ben şahsen Pelin Batu'ya bu programda "sen çık otur orada, aslında her şeyden bihaber olan ama her konuda saçma da olsa söyleyecek lafı olan cadde kızını oyna" denildiğini düşünüyorum. Yani Pelin Batu'nun rol yaptığına, hatta çok çok iyi rol yaptığına -ne de olsa aynı zamanda sinemacı kızımız- inanmak istiyorum...

İstiyorum da bir türlü beceremiyorum . O yüzden efsanevi bir medya hareketi sınıfına sokuyoruz bu olayı di mi sevgili Blog? Evet, evet... Özlemişim seni kerata.

12 Şubat 2010 Cuma

"Padişahım Çok Yaşa!"

Bu blogu açarken günde 50 tane yazı yazmak gibi bir niyetim yoktu. Hatta uzunca bir süre takip edemedim, biraz üşengeçlikten, biraz yoğunluktan, biraz da yazacak konu bulamamaktan. Ama işte memleketimin güzel medyası ve politikacıları rahat durmadıkları için ben de böyle blog-post makinası bir adam haline geldim. Her gün 2-3 yazı yazmaya başladım.

Ama yani yazılmayacak gibi değil ki! Yorum da yapmak istemiyorum, yorumlayacak bir şey yok zira ama biliyorum ki dayanamayacağım.Haberimiz şuradadır.

Link'e basmaya üşenenler için özetleyeyim... Cuma namazı için Eyüp Sultan Camii'ne gidiyor padiş...pardon...başbakanımız. Polisler tıpkı başkbakan gibi Cuma namazı için aynı camiye giden yaşlı bir amcayı almıyorlar içeri. Amca da bağırıyor uzaktan başbakana: "Padişah mısın da benim namazıma karışıyorsun!!!" diye. Bu tip yaşlı amca/teyze - başbakan atışmalarına artık alıştık. Başbakanın bu olayda dönüp cevap vermemesi iyi olmuş, önceki örneklerde sergilediği agresif tutuma bakıldığında bu amcaya ne yapacağını düşünmek bile istemiyorum! Dönüp bakmadan yürümüş içeri girmiş. Buraya kadar daha önce görmediğimiz bir şey yok. Hayır, tamamen rezalet onu kabul ediyorum da işte biz artık alıştık bu olaylara, başbakanın bu tutumuna. O yüzden büyütmüyoruz. Afedersiniz folloş olduk yani....

Fakat işte haberin sonundaki "normalde 12:25'te okunması gereken ezan, başbakan beklendikten sonra 12:40'ta okundu" cümlesiyle birlikte çıldırdım sevgili okurlar. Ortalığı kırıp dökesim geldi sinirden. Bu nasıl bir şeydir, hangi akla sığar? Akılla alakası yoksa mesela hangi dinde izahı vardır? Kuran'da yazar mı mesela, "ülke yöneticilerine göre ezan saatleri değişiklik gösterebilir" diye kullanma talimatı tadında bir uyarı notu? 

Amca "padişah mısın" diye sormuş ya hani; yahu, vaktinde padişahlar, sultanlar bile yapmamış bunu.  Ondan sonra da mecliste "AKP'de kendini peygamber zanneden milletvekilleri var" denince çıldırıyorlar, kürsüde ağızlarından köpükler saçarak saldırıyorlar millete. E bu ne o zaman? Kardeşim siz kimsiniz de ezan saatini değiştiriyorsunuz? Milletin ayarıyla oynamaya ne hakkınız var? O ezan sadece o cami için okunmuyor, o civarda yaşayan, çalışan insanlar için okunuyor. O ezana göre insanlar namaz kılıyor, yemek yiyor, öğlen arası veriyor, tekrar işe dönüyor. O ezana göre bütün hayatını yaşayanlar var, her ne kadar doğru bulmasam da. Siz kimsiniz insanların hayatlarının ayarıyla oynuyorsunuz yahu?

Öyle namazla niyazla alakam yoktur, bununla gurur da duymam, bundan hayıflanmam da. Herkesin din anlayışı farklıdır, öyle de olmalıdır. Bir cenaze namazı bilirim; o da ölüye, ölüme ve yaşama saygıdandır, sadece benimle değil vefat etmiş kişiyle de ilgilidir diye. Ama eğer 5 vakit namazını kılan bir adam olsaydım bir daha o camiye adım atmazdım o imam orda olduğu sürece. Yememiş tabi bir tarafı, çıkıp "olur mu öyle şey kardeşim. Ezan ertelenir mi, delirdiniz mi siz" diyememiş. Demek ki bu imam için dinden, imandan, inançtan ve en kötüsü de Allah'tan büyük, önemli şeyler de varmış; Başbakanlık Forsu gibi.

Şimdi ben bunu yazdım diye beni içeri de alırlar Ergenekon'dan falan. :) Söylemişti dersiniz, bu olay büyük bir dönüm noktasıdır. Bu olay uzun zamandır bilinen "bu adamlar niyeti bozdu" gerçeğinin çok net bir işaretidir ve işin kötüsü bu işareti körün gözüne sokmaya bile cüret edebilmektedir bunlar artık. Durum fena, benden söylemesi...

"THY Noluyor? Kanadın, Kuyruğun Oynuyor!" **

(** Malum tezahuratın orjinalini anladınız siz...)(Bugünkü konumuz şuradaki haberden alınmıştır.) 
  
THY Barcelona ve Manchester United bombalarından sonra ikinci bir İspanyol takımıyla daha anlaşma imzalamak üzereymiş. Bu da İspanya'nın ve özellikle 80'lerin sonunda Avrupa'nın önde gelen kulüplerinden biri: Atletico Madrid.





Atletico'nun aynı zamanda Galatasaray'ın Avrupa Ligi'ndeki rakibi olması, THY ile yapılan anlaşmanın bu karşılaşmadan hemen önce bir basın toplantısıyla duyurulacak olması Galatasaray'lı taraftarların balansını biraz bozmuş sanırım. Hani neredeyse "THY Aziz Yıldırım tarafından işletiliyor"  tadında demeçler duyacağız. Bana kalırsa işe ters taraftan, sevgili medyamızın bizi son 20 yılda alıştırdığı üzere "agresif" taraftan bakıyoruz yine. Bir türk kurumunun bu denli büyük kulüplerle anlaşma imzalaması ve başarılı bir kampanya yürütmesine sevinmeliyiz zaten; oraya hiç girmeyeceğim. Esas göremediğimiz bence Türk kulüplerinin önündeki şans. THY'nin Türk kulüplerine de sponsor olduğunu bir düşünün. Bunca Avrupa kulübü boş yere kabul etmedi ya bu anlaşmaları, demek ki bir faydası var. Bu faydayı eminim yarın Galatasaray, Beşiktaş, Fenerbahçe, Trabzonspor başta olmak üzere diğer kulüplerin de kapısına getirecektir THY.


O yüzden çemkirmeden önce iyi düşünmek lazım. Ne farkeder THY Atletico Madrid'e Galatasaray maçından önce sponsor olsa? Daha iyi işte, THY'yle uçarlarsa İstanbul'a, belki bilinçli rötar yaptırılır, uçakta yemeklerine müshil atılır... Düştüler elimize, daha ne istiyorsunuz! :)