28 Şubat 2010 Pazar

Efsanevi Medya Hareketleri # 2

Ankara'da düzenlenen federasyon dans yarışmaları, yarışma dönüşünde gerçekleşen kaza, vefat eden ve yaralanan sporcular derken yine blog camiasından uzak kaldım iki hafta. Yarışma organizasyonları haricinde bahsettiğim olaylarla bilfiil ilgilenmemiş olmama rağmen içimden gelmedi bir şey yazmak; yoksa yoğun falan da değildim hani.

Son bir kaç gündür klavyemi özlemiş olmalıyım ki "yahu bizim Lounge'u da çok boşladık, gelen giden var mıdır" acaba demeye başladım, ancak bu sefer de yazacak bir konu bulamadım (bu da aslında isteksizlik sürecinin devam ettiğinin bir göstergesi). Derken az önce şu habere rastladım:

http://www.milliyet.com.tr/magazin-turu/yasam/galerihaber/28.02.2010/1193982/default.htm 

Okur okumaz keyfim yerine geldi. Zira Pelin Hanım her ne kadar genç kuşağın "çok yönlü entellerinden" ("multi-task jöntürk" de diyebiliriz) kabul edilse de benim gözümde çok farklı bir yeri vardır. Daha önce farklı internet ortamlarında konuya değinmişliğim vardır, sağolsun bu tip olaylar sayesinde Pelin Hanım ziyadesiyle fırsat sunuyor bana. İşte o olaylara bir yenisi eklenmiş, küçük hanım yine yapacağını yapmış. Bu kez kendisine teşekkür etmek istiyorum, bu iki haftalık kış uykusundan uyanmama vesile olduğu için, beni klavyemin başına döndürdüğü için. Çok teşekkürler sevgili Pelin Batu!

 
Pek güzel kızdır Pelin. Kaş göz her şey yerinde... Konuşunca saçmalamasa gidip isteyeceğim. Gerçi sevgilisi var ama olsun...


Şimdi burada sorgulanması gereken bir kaç nokta var ve aslına bakarsanız bunların  en önemsizi Pelin Batu'nun canlı yayında uyumuş olması. Olabilir, herkesin başına gelebilir. En kontrol sahibi, azimli, dayanıklı insan için bile çok düşük yüzdelerle bile olsa gerçekleşme ihtimali olan bir durumdur bu. O yüzden (ve daha iki satır önce kendisine teşekkür ettiğimden dolayı) bu seferlik uyumuş olmasından dolayı üzerine gitmiyoruz Pelin Hanım'ın. Bir dahaki vukuatını bekliyoruz, nasıl olsa arayı fazla açmıyor kendisi sağolsun. Biz esas tartışılması gereken diğer noktalara geçelim:

1- "Tarihin Arka Odası" programının o ana kadar muhtemelen kendisi de kamera arkasında çoktan uyumuş olan yönetmeninin kendi sunucusu Pelin Batu'yu yerin dibine sokmak istemesi. Sebebini bilmiyorum. Gerçi bir tezim var bu konuda; yazının sonuna saklıyorum.

2- Murat Bardakçı'nın muhtemelen Pelin Batu'nun babası İnal Batu'ya saygısından, kızcağızın üzerine fazla gitmemesi. Yönetmen efendi körün gözüne soktuğu için kayıtsız da kalamamış adam tabi "biraz sessiz konuşalım daldı kızcağız" demiş.

3-  Pelin Batu'nun horlamadan uyuması. Ben bu kızda geniz eti problemi var zannediyordum, kesin horluyordur diye düşünüyordum. Şaşırttı beni gerçekten. Artık evlenebilirim kendisiyle, fikrimi değiştirdim.

4- Yukarıdaki maddeye bağlı olarak Pelin Batu'nun kendi horlamasına uyanmaktan kurtulması. Zira olayın etkisini iki üç kat artırabilecek bir durum olurdu bu. Uçaklarda, otobüslerde rastlanır kendi horlamasına uyanan insan modeline. Gerçekten komik bir durumdur. Kendimden bilirim :) Pelin Hanım ucuz atlatmış

5- Pelin Batu'nun uyandıktan sonraki halleri, uyku sersemliği, görüntülendiğini anladıktan sonra "nasıl yırtsak" debelenmeleri ve ağzından çıkan anlamsız laflar:

PB: (Gözlerini ovuşturarak) "Vücudum.... Vücudum attı... Hani şey olur ya... Neyse... Sabah 7'de uyandım da, pardon... Sabahları daha verimli oluyorum."
-O saatten beri ayakta mısınız?
PB: "Sayenizde!"
-Sabah 7'de uyanmak zor olsa gerek. Ben saat 3'te uyandım. Sabaha kadar yazı yazdım. Bir daha da uyumadım.
PB: "Maşallah!"

Pelin'ciğim sen de çıkmayıver programa madem yorgunsun canım. Sen ve programa kattığın müthiş entellektüel derinlik(!) olmadan bir hafta idare ediversinler, koskoca adam hepsi nasıl olsa. Ha yok Kadir Baba zorla tutup kolundan "NnnBurada oturacaksın!!! NnnnProgram boyunca nnyerinden kalkmayacaksınnn!! NnnKahve ve Red Bull da yasak sanaaa!" diyorsa, söyle bilelim ona göre tavır alalım. Vah yavrum, yazık.

6-  Yaşanan bu diyalogdan sonra programa kaldığı yerden devam eden Murat Bardakçı'nın görüntüsü ekrandayken, arkadan yine Pelin Batu'nun derin esneme seslerinin gelmesi. Birleri kahve getirsin şu kıza canım!!

 
Hepimiz Mastürbatör / Mastürbasöz'üz. Kendimizi tatmin ediyoruz. Sen de ediyorsundur umarım Pelin'cim. Zira o tarih programına çıkarak bizi tatmin ettiğin yok, bari kendini et de bir işe yarasın.


Pelin Batu'nun bu programdaki ilk vukuatı bu değil. Daha önce de sözde Ermeni Soykırımı üzerine tartışılırken "sözde" ibaresini bir kaç kez kullanmamış ve gerek misafir konuşmacıların gerekse Murat Bardakçı'nın tepkisine maruz kalmış. Bunu bilmiyordum, atlamışım maalesef, zira başlı başına bir yazı gerekiyor buna. Babası bu denli meşhur bir diplomat olan, son derece kültürlü, on parmağında on marifet ve entellektüel vasıfları memleketim ortalamasının fersah fersah üzerinde (!) birinin bu hassas konuda kendisini güvenli bölgede tutmasını sağlayacak tek bir sözcüğü kullanmayı unutması anlaşılır gelmiyor bana. Pelin Batu'nun neredeyse tüm demeçlerinde abuk sabuk bir kaç ibare bulmak mümkün ama bu hakikaten çok ağır olmuş. Dediğim gibi bu olaydan haberim yoktu, bu uyku videosu üzerine "programın ana sayfasına bir göz atayım da yanlış bir şey yazmayayım" diye bakınırken rastladım. Evet, "Tarihin Arka Odası" programının ana sayfasında Pelin Batu'nun Ermeni mevzusu üzerine ettiği gaflar, bu gaflara istinaden Murat Bardakçı ve diğer konukların tepkileri, hatta ve hatta seyircilerden gelen tepkiler yer alıyor. Buyrunuz, dilerseniz buradan ulaşabilirsiniz. Bu yazılar sanki programı hazırlayanlar tarafından değil bu programın ve yayımlandığı kanalın düşmanı olan bir başka medya kuruluşunca yazılmış gibi duruyor. Bir yapımcı, ya da bir kanal neden kendi programının sunucusuna dair böyle yazılar yayınlar?

Bu soruya cevap olmasından şüphelendiğim bir tezim var. Olayların arka planında başka bir numara döndüğünü düşünüyorum.O da şöyle:

Ben Pelin Batu'nun bu programdaki yerinin tamamen sebepsiz gaflar ve olaylar yaratmak olduğunu düşünüyorum. Cumartesi gecesi saat 23:00'te başlayan bir programda, onca tarihçi varken Pelin Batu gibi maksimum saçmalayıp, minimum katkı sağlayabilen birinin bulunmasının başka bir açıklaması olamaz bence. Belki baba kontenjanından diyeceğim ama hani o da bir yere kadar. Ben şahsen Pelin Batu'ya bu programda "sen çık otur orada, aslında her şeyden bihaber olan ama her konuda saçma da olsa söyleyecek lafı olan cadde kızını oyna" denildiğini düşünüyorum. Yani Pelin Batu'nun rol yaptığına, hatta çok çok iyi rol yaptığına -ne de olsa aynı zamanda sinemacı kızımız- inanmak istiyorum...

İstiyorum da bir türlü beceremiyorum . O yüzden efsanevi bir medya hareketi sınıfına sokuyoruz bu olayı di mi sevgili Blog? Evet, evet... Özlemişim seni kerata.

12 Şubat 2010 Cuma

"Padişahım Çok Yaşa!"

Bu blogu açarken günde 50 tane yazı yazmak gibi bir niyetim yoktu. Hatta uzunca bir süre takip edemedim, biraz üşengeçlikten, biraz yoğunluktan, biraz da yazacak konu bulamamaktan. Ama işte memleketimin güzel medyası ve politikacıları rahat durmadıkları için ben de böyle blog-post makinası bir adam haline geldim. Her gün 2-3 yazı yazmaya başladım.

Ama yani yazılmayacak gibi değil ki! Yorum da yapmak istemiyorum, yorumlayacak bir şey yok zira ama biliyorum ki dayanamayacağım.Haberimiz şuradadır.

Link'e basmaya üşenenler için özetleyeyim... Cuma namazı için Eyüp Sultan Camii'ne gidiyor padiş...pardon...başbakanımız. Polisler tıpkı başkbakan gibi Cuma namazı için aynı camiye giden yaşlı bir amcayı almıyorlar içeri. Amca da bağırıyor uzaktan başbakana: "Padişah mısın da benim namazıma karışıyorsun!!!" diye. Bu tip yaşlı amca/teyze - başbakan atışmalarına artık alıştık. Başbakanın bu olayda dönüp cevap vermemesi iyi olmuş, önceki örneklerde sergilediği agresif tutuma bakıldığında bu amcaya ne yapacağını düşünmek bile istemiyorum! Dönüp bakmadan yürümüş içeri girmiş. Buraya kadar daha önce görmediğimiz bir şey yok. Hayır, tamamen rezalet onu kabul ediyorum da işte biz artık alıştık bu olaylara, başbakanın bu tutumuna. O yüzden büyütmüyoruz. Afedersiniz folloş olduk yani....

Fakat işte haberin sonundaki "normalde 12:25'te okunması gereken ezan, başbakan beklendikten sonra 12:40'ta okundu" cümlesiyle birlikte çıldırdım sevgili okurlar. Ortalığı kırıp dökesim geldi sinirden. Bu nasıl bir şeydir, hangi akla sığar? Akılla alakası yoksa mesela hangi dinde izahı vardır? Kuran'da yazar mı mesela, "ülke yöneticilerine göre ezan saatleri değişiklik gösterebilir" diye kullanma talimatı tadında bir uyarı notu? 

Amca "padişah mısın" diye sormuş ya hani; yahu, vaktinde padişahlar, sultanlar bile yapmamış bunu.  Ondan sonra da mecliste "AKP'de kendini peygamber zanneden milletvekilleri var" denince çıldırıyorlar, kürsüde ağızlarından köpükler saçarak saldırıyorlar millete. E bu ne o zaman? Kardeşim siz kimsiniz de ezan saatini değiştiriyorsunuz? Milletin ayarıyla oynamaya ne hakkınız var? O ezan sadece o cami için okunmuyor, o civarda yaşayan, çalışan insanlar için okunuyor. O ezana göre insanlar namaz kılıyor, yemek yiyor, öğlen arası veriyor, tekrar işe dönüyor. O ezana göre bütün hayatını yaşayanlar var, her ne kadar doğru bulmasam da. Siz kimsiniz insanların hayatlarının ayarıyla oynuyorsunuz yahu?

Öyle namazla niyazla alakam yoktur, bununla gurur da duymam, bundan hayıflanmam da. Herkesin din anlayışı farklıdır, öyle de olmalıdır. Bir cenaze namazı bilirim; o da ölüye, ölüme ve yaşama saygıdandır, sadece benimle değil vefat etmiş kişiyle de ilgilidir diye. Ama eğer 5 vakit namazını kılan bir adam olsaydım bir daha o camiye adım atmazdım o imam orda olduğu sürece. Yememiş tabi bir tarafı, çıkıp "olur mu öyle şey kardeşim. Ezan ertelenir mi, delirdiniz mi siz" diyememiş. Demek ki bu imam için dinden, imandan, inançtan ve en kötüsü de Allah'tan büyük, önemli şeyler de varmış; Başbakanlık Forsu gibi.

Şimdi ben bunu yazdım diye beni içeri de alırlar Ergenekon'dan falan. :) Söylemişti dersiniz, bu olay büyük bir dönüm noktasıdır. Bu olay uzun zamandır bilinen "bu adamlar niyeti bozdu" gerçeğinin çok net bir işaretidir ve işin kötüsü bu işareti körün gözüne sokmaya bile cüret edebilmektedir bunlar artık. Durum fena, benden söylemesi...

"THY Noluyor? Kanadın, Kuyruğun Oynuyor!" **

(** Malum tezahuratın orjinalini anladınız siz...)(Bugünkü konumuz şuradaki haberden alınmıştır.) 
  
THY Barcelona ve Manchester United bombalarından sonra ikinci bir İspanyol takımıyla daha anlaşma imzalamak üzereymiş. Bu da İspanya'nın ve özellikle 80'lerin sonunda Avrupa'nın önde gelen kulüplerinden biri: Atletico Madrid.





Atletico'nun aynı zamanda Galatasaray'ın Avrupa Ligi'ndeki rakibi olması, THY ile yapılan anlaşmanın bu karşılaşmadan hemen önce bir basın toplantısıyla duyurulacak olması Galatasaray'lı taraftarların balansını biraz bozmuş sanırım. Hani neredeyse "THY Aziz Yıldırım tarafından işletiliyor"  tadında demeçler duyacağız. Bana kalırsa işe ters taraftan, sevgili medyamızın bizi son 20 yılda alıştırdığı üzere "agresif" taraftan bakıyoruz yine. Bir türk kurumunun bu denli büyük kulüplerle anlaşma imzalaması ve başarılı bir kampanya yürütmesine sevinmeliyiz zaten; oraya hiç girmeyeceğim. Esas göremediğimiz bence Türk kulüplerinin önündeki şans. THY'nin Türk kulüplerine de sponsor olduğunu bir düşünün. Bunca Avrupa kulübü boş yere kabul etmedi ya bu anlaşmaları, demek ki bir faydası var. Bu faydayı eminim yarın Galatasaray, Beşiktaş, Fenerbahçe, Trabzonspor başta olmak üzere diğer kulüplerin de kapısına getirecektir THY.


O yüzden çemkirmeden önce iyi düşünmek lazım. Ne farkeder THY Atletico Madrid'e Galatasaray maçından önce sponsor olsa? Daha iyi işte, THY'yle uçarlarsa İstanbul'a, belki bilinçli rötar yaptırılır, uçakta yemeklerine müshil atılır... Düştüler elimize, daha ne istiyorsunuz! :)

11 Şubat 2010 Perşembe

Yeni Model İzdivaçlar

Sevgili Eliza'nın bugün kaleme aldığı yazısından sonra bizim memlekette homofobinin ötesinde sexofobi (veya artık ne deniyorsa ondan) olduğuna bir kez daha inandım. Cinsellik ayıp bir şey, konuşulmaz, hele öyle toplum içinde, televizyonda, blog sayfasında falan hiç gündeme getirilmez, insana yan gözle bakmaya başlarlar sonra neme lazım! Ben de istiyorum ki bana da yan gözle bakılsın, deli denilsin, "oha" denilsin, toplumdan dışlanayım... O yüzden bir İngiliz arkadaşımın mail yoluyla benimle paylaştığı bir fotoğraf serisini yayımlıyorum. Belki daha önce görmüşsünüzdür bilemiyorum. Ben ilk kez gördüm, çok güldüm hakikaten, siz de gülün inşallah :) Esra Erol'a da yarar diye umuyorum. Hatta belki bunlara bakılarak yeni izdivaç programları yaratılabilir? "Esra Erol ile 3'ü 1 Yerde (*)" mesela; threesome izdivaç programı... Bakmayın öyle (*) o yıldız ne diye. Copyright. Yaparlar çünkü bilirim. Hem kızarlar hem yaparlar...

Esra Erol'a Cinselliği Nasıl Anlatırsınız??
(Elbette bana İngiltere'den başlık böyle gelmedi... Orjinali "How to explain sex to kids...")














 






Sizi bilmem de ben en çok Viagra esprisini beğendim. Kurşun kalemi "yaşlı adam" olarak kullanmış, burda olmayan başka bir fotoğrafta da. :)

"-de" Ölüyor Yetişin Dostlar!


Türkçe ölüyor diyorlar. Artık eski saflığı, güzelliği kalmadı ve yavaş yavaş değişim geçiriyor, başkalaşıyor diyorlar. Doğru gibi geliyor bana da, bilemiyorum bu konuda ne gibi kriterlere bakılmalı. Ama şu bir gerçek, ondan eminim: En basit Türkçe kurallarını bile doğru düzgün kullanmıyoruz. En çok da şu meşhur " -de " var ya hani, onu ne zaman ayrı, ne zaman birleşik yazacağımızı bilemiyoruz. Ya üşendiğimizden -ki bu çok fena bir sebep- ya da bilmediğimizden ve bunun farkında olmadığımızdan - bu daha da fena bir sebep- bu kuralı yazdığımız metin her neyse orada kullanmıyoruz. Bu yüzden bir karar aldım. İnsanlara yardımcı olmak istiyorum bu konuda. Bundan böyle dilbilgisi kurallarına fena halde yan bakan bir yazı gördüğüm vakit, ne yapıp edip yazarla irtibata geçecek ve yapmış olduğu hataları kendisine ileteceğim. Düzeltmesini falan rica etmeyeceğim, o kendi bileceği iş. Ama nazikçe, kibarca niyetimi anlatıp, bir daha bu hatayı yapmaması adına böyle bir girişimde bulunduğumu ifade edeceğim.

Kendimi bir Türk dili uzmanı olarak elbette görmüyorum. Ama mümkün mertebe yazılarımda dilbilgisi kurallarına, noktalama işaretlerine dikkat ediyorum. Elimden geldiğince... Klavye kullanıyoruz neticede ve hızlı yazmaya çalışıyoruz. Elimin kaydığı, istemeden yanlış bir tuşa bastığım veya gözümden tamamen kaçan hatalar mutlaka oluyordur. Bahsettiğim üşengeçlik, bilmemezlik ve öğrenmemezlik durumu bu değil. Mütemadiyen aynı hatanın tekrarlanması bize bu kurallara dair ciddi bir ihlal söz konusu olduğunu gösterir. Buradan rica ediyorum, lütfen aynı yardımı siz de bana yapın. Eğer bir hatamı görürseniz, utanmayın, sıkılmayın, hemen belirtin ki düzeltebileyim. En ufak bir hatayı, tek bir harfi bile düzeltmemi sağlamanız benim yazdığım yazının kalitesini artıracaktır. Bu yüzden benden "artistlik yapma" tadında cevaplar değil, bir teşekkür alırsınız, en içteninden.

Az önce genç ama gazeteye (Hürriyet) sunduğu yazıların sayısına bakılırsa oldukça da tecrübeli bir muhabirin eski Galatasaray'lı futbolcu Okan Buruk'la yaptığı söyleşiyi okuyordum. Şu cümleyi görünce yazıyı en baştan bir kez daha okumaya başladım, bağlaç olan "-de"lere dikkat ederek.

"Sarı-kırmızılılar ise aşırı stresli oluyor. Tabii Allah’ta nasip etmiyor. "

Burada doğru kullanım haliyle "Allah da" olmalıdır. Zira ayrı bir kelime gibi düşünülmesi gereken, bağlaç olan "-de" ünsüz benzeşmesi kuralından bu sebeple etkilenmez. Yazı genelinde bağlaç -de hataları bir kaç tane olmakla beraber, ağırlıklı olarak doğru kullanılmış. Hatalar arasında en çarıpıcı olanı bu örnekti. Biraz araştırdım, aynı muhabirin Hürriyet gazetesinde yayımlanmış önceki haberlerini inceledim ve tamamen aynı hataya bir kaç yazıda daha rastladım. Örneğin:

"Bu takımda oynayamazsam başka yere de kiralık olarak gidip oynayabilirim. Daha fazla forma şansı bulabilmek için. Ancak Gidipte döneceğimiz yer Beşiktaş'tır."

Birazdan bu genç muhabir ile irtibat kurup kendisine de izah etmeye çalışacağım bu durumu, zira sanırım başkasının yapacağı yok. Yazık, adam kaç tane yazı yazmış böyle. İleride bir gün alıp yazılarına baksalar bir iş görüşmesinde, "daha -de nasıl yazılır onu bile bilmiyor" diye düşünülmesin, önünde engel teşkil etmesin diye yapacağım bunu, yanlış anlaşılmasın ukalalıktan değil. "Sana mı düştü" diyen olursa da "Evet bana düşmüş olmalı ki daha önce yapılan hatalar aynen bugün bile tekrar ediyor", derim.

Bu tip hatalara blog ya da -hadi genişletelim- internet ortamlarında sıkça rastlıyoruz. Dilbilgisi kurallarına dikkat etmemek için geçerli bir sebep değil de işte "ne de olsa bu yazıları keyif için yazıyoruz, para falan da kazanmıyoruz" diye düşünüyordur eminim bir çok insan. Fakat böyle bir tembelliğe bir gazetenin internet sayfasında rastlamak çok acı verici. "Büyük" bir gazetenin, pardon... Evet, artık gazete internet sayfaları iyice dallandı budaklandı. Tamamen kendi üretimleri olmayan bir takım portallara bağlantılar yapıp, o bağlantıları kendi ana sayfalarında göstermeye başladılar. Dolayısıyla o bağlantı sayfasında bir hata varsa bunu gazeteye mal etmek doğru olmaz. Bunun farkındayım. Ama gazetenin kendi muhabirlerinden biri tarafından hazırlanan haberlerin büyük bölümünde aynı hataya rastlıyorsak, bu durum o muhabirin değil, editörünün, o gazateyi yöneten, o yazıyı o şekilde yayımlatan ve o muhabiri bir köşeye çekip uygun bir dille şu basit dilbilgisi kuralını öğretmeyenlerin kabahatidir. Ciddiyetsizliktir, milleti adam yerine koymamaktır. Bunun daha bir çok örneği vardır farklı gazetelerde de, eminim bundan. O yüzden artık kimse kalkıp gazetesindeki köşesinde "Türkçe'yi kaybediyoruz" gibi başlıklar atıp, sağda solda gençlerin nasıl İngilizce'ye benzeyen bir Türkçe konuşmaya başladıklarından, tabelaların, mekan isimlerinin İstanbul'u Los Angeles'laştırmasından dem vurmasın. Yemeyiz... Önce kendi kapınızı bir temizleyin, sonra sokağa çıkarsınız, ey üstadlar!

Not: İsyanıma ortak olanlar varmış meğer... Hey gidi Google! Sen nelere kadirsin! :)
www.facebook.com/ group.php?gid=21566638520 

10 Şubat 2010 Çarşamba

Şemdinli'den Vancouver'a





"Türkiye, Kış Olimpiyatları'na 400 kişilik bir sporcu ordusuyla katılıyor."
"Hedef 25'i altın 60 madalya."
"Erkekler Bob'da eski başarılardan dolayı Türkiye 7 takımla katılıyor."
"Buz pateninde ise ilk 10'a sadece Türk sporcuların girmesi bekleniyor."
"Kış Olimpiyatları için Türkiye'de kamp yapan yüzlerce yabancı sporcu Kanada'nın yolunu tuttu."


Bunlar gazeteci arkadaşım Alp Ulagay'ın twit'lerinden alıntılar. Ne oldu şaşırdınız mı? "Nasıl olur böyle bir şey yahu, biz kim Kış Olimpiyatları kim" dediniz mi kendi kendinize? Eğer bir an için bile böyle düşündüyseniz Alp yaptığı durum analizinde çok haklı çıktı demektir. Bu spora (sporlara) ve kendi gerçekliğimize o kadar uzağız ki bir an için bile böyle bir kurgu dünyanın gerçek olabileceğini düşünebiliyoruz. Neyse ki sonunda şu twit'le bizi kendi dünyamıza geri getiriyor Alp:

"Abartopya desek buna olur mu?" 

Bildiğiniz üzere -bilmiyorsanız da bilin diye yazıyoruz zaten- 2010 Kış Olimpiyatları Cuma günü Vancouver'da başlıyor. Yaz Oyunları kadar olmasa da yine de dünyanın en önemli spor organizasyonlarından biri bu. Bu konuda bir şeyler yazıp çizmeye aslında dün akşam karar verdim, TRT'de izlediğim bir haber sonrası. Alp durumu daha kısa ve dolaylı bir şekilde özetlemiş oldu bu mesajlarıyla, o yüzden yer vermek istedim. Kendisine de teşekkür ediyorum buradan. Bu sene Kış Olimpiyatları'na 5 sporcuyla katılıyoruz. Bunların ikisi baylar ve bayanlar alp disiplininde (Tugba Dasdemir / Erdinç Türksever), ikisi Cross-Country'de (Kuzey Disiplini diyoruz biz sanırım...Sebahattin Oglago / Kelime Çetinkaya) ve biri de malumunuz artistik buz pateninde (Tuğba Karademir) yarışacak. En iddialı olduğumuz branş da artistik buz pateni ve burada bile Tuğba Karademir'in üstün gayretlerine rağmen madalya beklentimiz yok.

 
Tuğba Karademir 


Futbolda klişe bir mevzu vardır, bütün yerli teknik direktörler, yorumcular mütemadiyen gündeme getirir. "70 Milyonluk ülkeyiz, çok genç bir nüfusumuz var. Müthiş bir futbol potansiyeli var ülkemizde." Aynı şey kış oyunları için de geçerli değil mi? Veya herhangi bir spor dalı için. Bana kalırsa iş nüfusta bitiyorsa hem futbol, hem basketbol, hem slalom, hem maraton, hem bobsleigh, vesaire, ne kadar spor dalı varsa hepsinde iddialı olmalıdır Türkiye. Nedir ki yani? Bütün amatör spor branşlarını sayın bana, hepsinde 50 tane üst düzey sporcunuz olsa, toplasan 5000, hadi bilemedin 10000 sporcu yapar, futbolu, basketbolu katmazsak... Çıkmaz mı? Çıkar, çıkar da işte sadece nüfusla olacak iş değil.

Avusturya'yı ele alalım. Adamların toplam nüfusu İstanbul kadar yok. Ama kayamayanı dövüyorlar. İtalyanlar keza öyle, bilhassa kuzey bölgelerinde. İsviçre malum... Diyeceksiniz ki "adamların elinde Alp Dağları var". E bizim yok mu dağımız? Doğuda bir sürü dağ var. Bana şimdi "üç tarafımız denizlerle çevrili ama yüzmede de bir başarımız yok" geyiği yaptırmayın, mesele coğrafi değil. Mesele bizim elimizdeki imkanları değerlendirmek için kılımızı kıpırdatmıyor olmamız. Umursamıyoruz.  TRT'deki o haberi izledikten sonra rakı açıp içesim geldi efkardan. Utandım, sıkıldım resmen. İlk bakışta çok hoş, güzel bir haber gibi gözüküyor ama işte düşününce öyle değil. Tam "güleriz, ağlanacak halimize" vaziyeti.

Haberde diyor ki TRT "Şemdinli de kayak keyfi". Hakkari'nin Şemdinli ilçesinde (askerliğimi yaptığım yerdir, habere benim açımdan ayrı bir duygusallık  katmadı dersem yalan olur) gençlere ve çocuklara yönelik kayak dersleri verilmeye başlanmış. Yaklaşık 40 kayak takımı varmış ellerinde -gördüğüm kadarıyla pek de sağlam malzemeler değil bu arada- ve o yüzden çok geniş kitlelere veremiyorlarmış bu eğitimi. Ancak çevredeki çocuklar zaten bir parça demir ve biraz iple kendi kayak takımlarını kendileri yapıp, eğlencesine kayıyorlarmış karlı tepelerden. Görüntüleri izleseniz, hakikaten bu çocukları erken yaşta alıp, adam akıllı eğitsek Alp'in yazdıklarına istinaden yaptığım "dünya şampiyonu kayakçımız Alper Tomba" esprisi gerçek olabilir dersiniz.

 
Alberto Tomba... Alper değil elbette.

"Şemdinli'de böyle birşeyin olması ne kadar güzel" diye düşünüyor insan önce. Sonra da "Güzel evet ama bugüne kadar neredeydi aklımız? " diye hayıflanıyor. Bu çocukların yapacak başka bir şeyleri yok, kaybedecek de bir şeyleri yok. Kendilerini geliştirebilecekleri bir meşgale göstersek onlara, doğru düzgün imkanlarla eğitim de sağlasak, Alp'in bahsettiği 400 sporcuyu sadece tek bir ilden bile çıkartırız. Evet, Şemdinli'de tesis yok. Tesisin olduğu illerde ne yapmışız ki? O zaman mesele tesis eksikliği de değil. Mesele istemek ve bunun için bir şeyler yapmak. Ama herşeyden önce şu soruyu kendi kendine sormak: "Yahu biz neden sadece 5 sporcuyla gidiyoruz  Vancouver'a?"

O yüzden Alp Ulagay'a teşekkür ediyorum, verdiği mesajla bu soruyu sordurttuğu için.

9 Şubat 2010 Salı

Recep İvedik'in Gişeleri

Öyle ya da böyle kabul etmemiz lazım... Recep İvedik Türkiye'de son yıllara damga vurmuş bir karakterdir. Şahsen Şahan Gökbakar'ın ilk zamanlar haftalık skeçler olarak karşımıza çıkardığı bu karakteri o dönemlerde severek izliyordum. Ancak uzun metrajlı sinema filmi haline geldikten sonra -evet, her iki filmi de izledim- ciddi bir antipati duymaya başladım. Hem Recep İvedik karakterine, hem de mütemadiyen gişe ve hasılattan bahseden Şahan Gökbakar'a...

Recep İvedik serisinin üçüncü filminin galası yapılmış. Şahan Gökbakar da -elbette sevgili basın mensuplarımızın yönlendirmeli soruları üzerine- ilk iki filmdeki rakamlara yakın , yine çok yüksek bir hasılat beklediğini belirtmiş, "inşallah" diyerek. Açıkçası ben de bu filmden yeni bir gişe rekoru bekliyorum. Bunlar neye göre, nasıl ölçülüyor bilmiyorum ama kesin rekor kıracak. Yahşi Batı'yı gişede geçecek. Sonra da "ben ülkenin en iyi komedyeniyim, falanca da kimmiş, benim filmin senin filmini döver" muhabbetleri başlayacak. Neyse...



Recep İvedik'in gişede herhangi bir filmi geride bırakması, o filmden daha iyi bir film olduğunu göstermez. Peki neyi gösterir? Mesela, toplumumuzun büyük bir bölümünün sofistike bir espri anlayaşından pek hoşlanmadığını,  bu yüzden de Recep İvedik gibi basit, kaba ve zaman zaman da itici durum acayiplikleriyle eğlendiğini gösterir mi? Evet. Bu bir kabahat mi? Kesinlikle hayır. Peki bu durum, Şahan Gökbakar'ın bir komedyen olarak yıllardır kendini zerre kadar geliştirmediğini ve Recep İvedik filmlerini tamamen maddi hedefler sebebiyle devam ettirdiğini gösterir mi? Evet, gösterir. Toplumun nispeten eğitim seviyesi biraz daha düşük kesimini -ki bu kesim daha büyük bir kitle anlamına geliyor- hedef alıyor Şahan Gökbakar ve bana kalırsa sanatsal anlamda değer içermeyen, bir öncekinin üzerine bir şey koyamayan, skeçlerin bir araya montajlanmasından ibaret filmler yaparak para kazanıyor. Buna yanlış diyebilir miyiz? Diyemeyiz elbette, kazansın, afiyetle yesin; hatta helal olsun, zeki adam.

Benim dert ettiğim nokta başka. Ben bu tip bir düşüncenin "küçük düşünce" sınıfına girdiğine inanıyorum. Şahan Gökbakar'ın büyük düşünen bir sanatçı olduğunu bize gösterecek herhangi bir aksiyonuna rastlamadım henüz. "Madem iki tane gişe rekortmeni film var ortada, buradan gelen kaç sıfırlı olduğunu bilemediğim bir meblağ var, o zaman artık bırakalım Recep İvedik karakterini bir kenara ve farklı bir yol çizelim" diyemiyor Şahan Gökbakar. Bu filmlerden edinilen geliri sinema adına daha verimli ve daha değerli işler yapmak için kullanacak cesareti gösteremiyor. Ben istiyorum ki Şahan Gökbakar madem bu kadar büyük bir komedyen, Türkiye'yi bir kenara bıraksın. Bizi yeterince güldürdü. Öyle ya, bunu gişi rekorlarıyla da kanıtladı işte. Farklı bir proje yapsa, sadece bizi değil tüm dünyayı güldürecek bir iş koysa ortaya fena mı olur? En azından bunu hedef edinmesi ve bu hedefini hissettirmesi, belli etmesi bile bir başlangıç olacaktır. Sanatçı olarak büyümesini sağlayacak şey -tabi eğer istiyorsa bunu- kendini geliştirmek, farklı projeler hazırlamak, Türkiye sınırlarının dışında düşünmektir. 3500 Tane Recep İvedik filmi çevirip hepsinde rekor kırmak bu yolda ilerletmez kimseyi.

Bütün bunlar diğer sanatçılar için de geçerli elbette. Cem Yılmaz için de geçerli bu söylediklerim. Ama açık konuşmak gerekirse Cem Yılmaz daha büyük hedeflerinin olduğunu yaptığı her yeni filmle bize hissettirebiliyor. Arif karakterinden AROG'ta yaşadığı düşüşle birlikte sıyrılması, oraya takılıp kalmaması çok önemliydi. Yahşi Batı'nın kostümleri, dekorları ve sinema filmi olarak değeri bugüne kadar yaptığı filmlerin içinde en iyisiydi. Hokkabaz'ın Balkan kokuları içeren senaryosu, müzikleri ve çekimleri ise Cem Yılmaz'ın -bence- Şahan Gökbakar gibi sadece komedyen değil, tam anlamıyla bir oyuncu olduğunu göstermişti. Her yaptığı işte kendisini biraz daha geliştirdi Cem Yılmaz ancak o da henüz sadece Türk insanına hitap eden esprilerden tam olarak kurtulabilmiş değil. Recep İvedik'le kıyasladığımızda çok daha uzak, ama filmi izleyen bir yabancıyı etkileyemeyecek kadar da yakın hala. Yine de ben Cem Yılmaz'ın doğru yolda olduğunu düşünüyorum. Biraz daha zaman verirsek çok büyük bir bomba patlatıp, bir "Hollywood" filmi bile yapabilir.



Umuyorum tıpkı Cem Yılmaz gibi çok zeki bir adam olan Şahan Gökbakar Recep İvedik 3'le de gişe rekoru kırar, iyice bir zengin olur, bir daha gişe rekoru kırmak gibi basit bir hedef gütmez, gütse de en azından bunu dile getirmez ve daha farklı, sinema değeri olan yapımlar peşinde koşar. "Komik adamlıktan" sanatçılığa, oyunculuğa geçiş yapar umarım tez zamanda. İşte ancak o zaman Recep İvedik unutulmaz bir karakter olur. "Büyük oyuncu Şahan Gökbakar'ın ilk karakteri Recep İvedik" olarak 50 sene sonra bile anılır. Kemal Sunal, Peter Sellers gibi...

8 Şubat 2010 Pazartesi

"Ofsayt" diyemeyen Spiker



 Daha önce Kerem Öncel ve Ömer Üründül konulu yazımda bu konuya değinmiştim. Canlı yayında maç anlatan spikerlerin "ofsayt pozisyonundaymış gerçekten", "bu pozisyonda pek de faullük bir durum yokmuş aslında" gibi net yorumlar yap(a)mıyor olmalarından şikayet etmiş, olması gerekenin kendi fikirlerini mikrofon başındayken de tarafsızca ama özgürce söyleyebilmek olduğunu ifade etmiştim. Bildiğiniz gibi Lig TV spikerleri maç içerisindeki pozisyon tekrarlarından sonra otomatiğe bağlamış şekilde "işte az önceki pozisyonun tekrarı, sevgili izleyenler. 'Burada ofsayt var mı, yok mu' sorusu maçtan hemen sonra Maraton'da cevap bulacak" tadında beyanlarda bulunurlardı. 320 Milyon Dolar'lık ihale sonrası Maraton'un iyileştirme ve yenileme projesi kapsamında yayından kaldırılması Lig TV maç spikerlerinin de fena halde ayarını bozmuş. Yazık, dün akşam Melih Gümüşbıçak ne yapacağını bilemedi, eli ayağına dolandı. İşte bir kaç örnek.


Penaltı pozisyonu. Daha doğrusu "penaltı olmayan pozisyon": 

"Burada Basem Abbas Güiza'yı sağ kolundan çekiyor mu, çekmiyor mu?.........Yorum sizin."

(Guiza'yla Basem Abbas arasındaki penaltı pozisyonu. Tekrarlarda Basem Abbas'ın Guiza'yı çektiği açıkça gözüküyor. Ancak penaltıyı gerektirecek kadar şiddetli bir çekme mi derseniz bence değil. Ama çekip çekmediğinin yorumunu spikerin yapmasında ne gibi bir yanlışlık var anlayamıyorum. Akşam birileri yapacak zaten, sen şimdiden kendi yorumunu söylesen ne kaybedersin? Tarafsız kalma derdindeysen tamam, penaltı deme. Değil de deme. "Abbas çekmiş evet ama penaltılık bir durum var mı yok mu tartışılır" de. "Yorum sizin" nedir yahu? Maraton'a paslayacaktı aslında orada ama tabi son anda aklına gelince yeni dünya düzeni, afalladı muhtemelen.)

1. Ofsayt pozisyon tekrarı

"İzliyoruz, top ayaktan çıktığı anda Semih sarı çizginin (sanal çizgi) ilerisinde mi, gerisinde mi?"

(E ben görüyorum işte ilerisinde, sen görmüyor musun da soruyorsun be adam? Ofsayt işte bariz? Yani eğer siz sarı çizgiyi yanlış çekmediyseniz -ki hiç çekmeseniz de farketmez zaten çok bariz- bal gibi ofsayt. Ne diye geveliyorsun ki lafı?)


 
Şu meşhur sarı çizginin ne kadar yanıltıcı olabildiğinin bir kanıtı: Çimdeki çizgilerle sarı çizgi paralel değil. Çimdeki çizgilerin aut çizgisine paralelliğinden şüphe edemeyeceğimize göre Sarı Çizgi yanlış yerleştirilmiş. 



2. Ofsayt pozisyon tekrarı

"İşte az önce Alex için kalkan ofsayt bayrağı. Gördüğünüz gibi Alex sarı çizginin çok az ilerisinde."

(İlerleme var. Ama hala dolaylı yollardan anlatıyoruz ofsaytı. Taktık sarı çizgiye. Yahu "Alex ofsayttaymış, karar doğru" de bitsin iş. Ne sarı çizgisi, pierosu anlamıyorum ki! )

Önemli bir konu gibi gelmeyebilir, fazla taktığımı, üzerine düştüğümü düşünebilirsiniz. Şahsen spikerlerin maç anlatımındaki bu tarafsızlıktan çok "kararsızlık" yaratan durumun gereksiz bir gerginlik yarattığını düşünüyorum. Bu uygulama çok zor pozisyonlarda doğru karar vermiş hakemleri bile zor durumda bırakıyor aslında ama farkında değiller. O maçı izlerken spikerlerin anlatımına fazlasıyla değer veren, spiker hakemin kararına doğru dedi diye tartışmayan, kavga etmeyen, ama kendi haline bıraktığınızda "ofsayttı, fauldü" diye birbirine giren o kadar çok insan var ki memlekette, hiç değilse bariz şekilde görünen, tartışmaya gerek olmayan pozisyonlarda gördüğünü dile getirmesi gerekiyor spikerlerin. Bir tavsiye veya kişisel bir istek değil, bu mesleği yapanların sorumluluğudur bu aslında.

Ayıp!

Fenerbahçe-Diyarbakırspor karşılaşması yine Şükrü Saraçoğlu'nun zemini sebebiyle mücadele anlamında zengin, futbolun teknik ve taktik güzellikleri yönünden fakir bir oyuna sahne oldu. Daha önce de sıkça belirttiğimiz gibi bu zemin düzelmeden Fenerbahçe'nin kaliteli oyuncularıyla fark yaratma şansı azalıyor. Rakiplerinize göre daha kaliteli oyuncularınız varsa ve en az rakibiniz kadar koşup mücadele ediyorsanız bu kalite farkı bir noktada kendini gösterecektir. Fenerbahçe, beklentinin aksine taraftarlarını son 4-5 maçtır mücadele açısından fazlasıyla tatmin edebiliyor. Sahada savaştıklarını görmek için alim olmaya gerek yok. Ancak zemin o kadar bozuk ki, bu mücadele sonrasında Alex gibi, Özer gibi fark yaratması beklenen kaliteli oyuncuların rakip takımın daha "sıradan" oyuncularından bir farkı kalmıyor bu sahada.

Futbol zenginliği olmasa da bir büyük takımın maçın genelinde savaştığını görmek bile haz veriyor. Daha önce benzer bir mücadeleyi çamur içinde oynanan Denizlispor karşılaşmasında da izlemiştik. Hani hep denir ya "böyle savaşsınlar, yenilseler de canım feda". Gerçekten dün böyle düşünen çok sayıda Fenerbahçe taraftarı olmuştur tribünlerde.

Dün akşam izlediğim ve bu sabah itibariyle okuduğum bir çok futbol yorumcusu da mücadele konusunda bu çizgide düşünüyorlar. "Fenerbahçe'nin sahada gösterdiği efora ve mücadeleye kimsenin bir lafı olamaz" demiş örneğin, usta bir futbol yazarı. Ama işte maalesef lafı olan bir kaç kişi var. Örneğin Semih Yuvakuran dün akşam maçtan hemen sonra Melih Gümüşbıçak tarafından kendisine sorulan "Fenerbahçe bugün neden kazanamadı?" sorusunu şöyle yanıtladı:

"E işte mücadele etmezsen kazanamazsın. Bugün sahaya çıkan Fenerbahçe takımında, Bursapsor karşısındaki hırs, azim ve kazanma arzusundan eser yoktu. Futbolcular isteksizdi....vs...vs.."

Maç sırasında ne yapıyordu acaba çok merak ediyorum, çünkü böyle bir yorum yapabilmek için bu maçı izlememiş olmak gerekiyor. Bütün bir ikinci yarı boyunca rakibe müthiş pres yapan Fenerbahçe'ye isteksiz diyip mücadele etmediklerini söylemek en hafifinden "ayıp" olur. Maç içinde yırtınırcasına çabalayan oyunculara özellikle de eski bir futbolcudan hiç yapılmaması gereken bir ayıp. Oturup maçı tekrar izlesin derdim tavsiyede bulunabilsem kendisine. Hatta tam olarak 72 ve 75. dakikalar arasında Diyarbakır yarı sahasında oluşan pozisyonlara ve Fenerbahçe'den bu pozisyonda kimlerin rakip yarı sahada pres yaptığına baksın (Lugano ve Bilica beraberlerinde 3 Fenerbahçe'li oyuncuyla sanki kendi ceza sahalarında karambol mücadelesindeler gibi kendilerini topun önüne atıyorlar), derdim eğer tavsiyede bulunabilseydim kendisine.

Hayır, işin komiği Semih Yuvakuran bu yorumu yaptıktan 30 saniye sonra Tunç Elibol'a bağlanıyorlar, futbolcu ve teknik adamların görüşlerini alması için. Tunç Elibol hangi Fenerbahçe'li futbolcuyla konuşsa mutlaka bir yerde "bugün sahada müthiş mücadele ettiniz. Tribünlerdeki taraftar galip gelemeseniz de bu mücadeleden son derece memnundu" diyor. Aynı şeyi Daum'a da söyledi. Bu durumda ya Tunç Elibol bu maçı izlemedi, ya da Semih Yuvakuran. Anlamıyorum bu durumu. Merak ediyorum, Semih Yuvakuran basın tribününde, canlı yayında "hiç mücadele etmedi Fenerbahçe" dedikten 30 saniye sonra, birlikte çalıştığı arkadaşı Tunç Elibol o Fenerbahçe'li futbolculara tam tersi bir yorumda bulununca neler düşünüyor acaba? Kimse de çıkıp "Semih Abi, bu konuda ben senin görüşüne katılamıyorum. Fenerbahçe çok koştu bugün, iyi savaştılar" demiyor. O koltuğa oturan ne söylerse yenilip yutuluyor bir lokmada. Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz. Kerem Öncel & Ömer Üründül yazısında da belirttiğim gibi, kendi fikirleri olan ve bunları beyan eden adamlar lazım oraya. Bu itirazı yapabilmek için önce o yorumu yapan yorumcunun lafını dinleyip, ona göre soru sormak gerekir. Melih Şendil bu tavrı stüdyo ortamında koruyabiliyor. Yayındaki yorumcuya "ben katılmıyorum" diyebiliyor, o başka bir şey. Ama bugüne kadar bunu bir maç anlatımında, stadyumdaki yayın esnasında yapabilen henüz görmedik. Dün akşam gerçekleşmemiş olabilir bu vereceğim örnek ama daha önce çok rastladık. Duruma uysun diye aynı konuyu örnek yapıyorum; Semih Yuvakuran'ın "Fenerbahçe mücadele etmedi" yorumunun üzerine, partneri olan spikerin şöyle bir soru sorması bizim ekranlarımızda sıkça rastlanan ve hiç mi hiç sorgulanmayan bir durumdur:

"Peki, Semih Hocam, bu akşam Fenerbahçe'li oyuncular gerçekten çok koştu, 90 dakika müthiş bir mücadele örneği gösterdiler. Maçı da çok istediler ama olmadı. Buna bakarak, taraftarın içine bir umut ışığı bıraktı diyebilir miyiz geleceğe dair?"

....ve bu soruya şöyle bir cevap alması da hiç garipsenmemeli bizim maç yayınlarımızda:

"Tabi, galibiyet gelmemesine rağmen bugün taraftar memnun ayrıldı stadyumdan. Fenerbahçe taraftarı böyledir zaten. Takım koşsun, elinden geleni yapsın ister. Mücadele görmek ister. Takım savaşırsa, beraberliği de mağlubiyeti de tolere eder Fenerbahçe taraftarı. O yüzden bence bu akşam Fenerli futbolcuların azmini gördükten sonra, önümüzdeki haftalarda bu tribünler daha da fazla dolduracaktır Fenerbahçe taraftarları" 

Şöyle bir oturun, geriye yaslanıp düşünün. Mutlaka sizin de aklınıza gelen benzer bir örnek olacaktır. Birden fazla olacaktır da, hepsi aynı şey neticede.

Yayıncı kuruluş, "yorumları marka değerini düşürüyor" denilen Erman Toroğlu'nu ya da "ekrana çıkacak kapasitede değil" denilen Oğuz Tongsir'i 320 milyon Dolar'lık yayınlarda kullanmama kararı almış olabilir. Kimine göre doğrudur, kimine göre yanlıştır. Ancak eğer bir temizlik yapılacaksa, kalite artırılacaksa artık maç yorumcularına da bir el atılsın. Her hafta aynı klişe lafları kullanan, üstelik bunu o maça uysa da yapan, uymasa da yapan insanlar bir zahmet çıkmasınlar artık karşımıza. Herkesin yaratıcı olması gerekmiyor; edebiyat eseri yazsınlar demiyoruz. Her yorumcuyla aynı fikirde olacağız diye bir şart da yok elbette. Ama lütfen artık kendi özgün fikirleri olan, düşünen ve düşündükten sonra konuşan insanlar çıksın televizyonda yorum yapsın. Madem ellerindeki en ağır silahtan vazgeçebilecek kadar büyük bir yenileme sürecine girdiler, bir zahmet bu konuya da kafa yorsunlar yayıncı kuruluş yöneticilileri.

...Bana iş versinler mesela !!! :))

5 Şubat 2010 Cuma

Fenerbahçe'ye bir haller oluyor!

İlk yarıyı lider kapamış olmasına rağmen ligin devre arası tam zamanında Fenerbahçe'nin imdadına yetişmişti. Ne takım kondisyonu, ne istek, ne de takım için organizasyon izleyenleri tatmin etmiyordu. Açıkçası bu görüntü doğru yerlere doğru transferler yapılmazsa ikinci yarıda da devam edecek gibi gözüküyordu. Tüm bunların üzerine bir de daha devre arası kampı başlamadan Önder ve Kazım olayları patlak verdi. Takımın neredeyse tek yerli stoperi durumundaki Önder'in kadro dışı kalmasıyla, Bilica ve Lugano'nun kart görme potansiyeli göz önüne alındığında Fenerbahçe'nin acilen kapatması gereken gereken çok önemli bir cephe daha açılmıştı. Kazım zaten yerini Mehmet Topuz'a çoktan kaptırmış gibiydi ancak yine de Topuz'un henüz istenilen performansa ulaşmamış olması Toulouse a kiralık giden Kazım'ı da zorlu geçecek ikinci yarıda aranılan bir adam haline getirebilirdi. Semih'in sözleşme sorunsalı ve yine basında dönen onca isme rağmen tamamlanabilen tek transferin Trabzon'da sorunlar yaşayan ve pek de başarılı olamayan Gökhan Ünal olması da bunlara eklenince Fenerbahçe'nin devre arasında iyiden iyiye gerde kaldığı düşünüldü. Bu şekilde değil şampiyon olmak, Şampiyonlar Ligi vizesi almak bile çok zor gözüküyordu. Üstelik bu sorunlar devam ederken en büyük rakip Galatasaray Haldun Üstünel önderliğinde İngiltere Premier Ligi'ni ablukaya alıp arka arkaya bir dönemler Fenerbahçe taraftarının kendi takımlarında görmeye alışık olduğu transfer bombalarını patlatıyordu, önce Jo akabinde de Giovanni dos Santos ile. İyi olduğu zaman da, kötü olduğu zaman da spor medyasının bir numaralı gündem maddesi olan Fenerbahçe bu değişmez ünvanını ezeli rakibi Galatasaray'a kaptırmıştı. Özetle, ligin ikinci yarısı Ziraat Türkiye Kupası karşılaşmalarıyla başlarken Fenerbahçe'nin lider olmasına rağmen, fikstür avantajı var denmesine rağmen rakiplerine kıyasla kağıt üzerindeki durumu hiç mi hiç iyi değildi.

Ancak Ziraat Türkiye Kupası karşılaşmaları ve akabinde berbat bir zeminde oynanan Denizli maçı beklentileri çürütür nitelikte çıkınca herkes şöyle bir kıpırdanmaya, doğrulmaya başladı oturduğu koltukta. Bir şeyler oluyordu takımda ama ne? Ziraat Kupası maçları zaten zayıf rakiplerleydi ve takım zaten üst turu garantilemişti. Denizli maçı da son dakika golleriyle kurtarılmıştı zaten. Tamam belki mücadele gücü yüksekti takımın ama böyle berbat bir zemindeki oyuna iyi niyete rağmen futbol demek mümkün değildi. Fakat Sivas'taki 5 gol, üzerine Bursaspor karşısındaki muhteşem ilk devre performansı ve 3-0'lık galibiyet Fenerbahçe'nin yeniden ciddi şekilde mercek altına alınmasını gerektirdi. Zira ilk devre Fenerbahçe adıyla oynayan takım bu değildi; transfer yapılmadan neredeyse bütün takım değişmişti. Ben de bu değişimi ve sebeplerini düşündüm dün akşam Bursa karşılaşmasını izlerken. Notlar aldım ve bu Fenerbahçe'yle ligin ilk yarısındaki veya önceki senelerdeki Fenerbahçe arasında ne farklar var belirlemeye çalıştım. Sonuç şöyle çıktı:

1- İstek:  İstek her futbolcuda var olan hırsı ortaya çıkaran ve sahaya yansıtmasını sağlayan esas faktördür.  Fenerbahçe'li futbolcular son 4 maçtır çok istekli olduklarını gösterdiler. Soru şu: Bu istek maçtan maça gelişen bir istek mi yoksa daha uzun bir hedefi mi var bu isteğin, şampiyonluk gibi...?

2- Tempo: Bir takım isteksiz oyunculardan oluşuyorsa o takıma tempo yaptırmanız mümkün değildir. Adam zaten koşmak istemiyor ki çabuk oynayabilsin. Ligin ilk 17 maçında izlediğimiz Fenerbahçe yıllardır alışılagelmiş temposuz oyunu oynuyordu. Maçlar kazanıldığı zaman aynı temposuz oyuna "ayağa pas" ya da "sabırlı hücum" adı veriyorduk ama aslında açık ve net bir şekilde bunun adı "temposuz" oyundu. İki hafta önce çamur deryası bir zeminde oynanan Denizli karşılaşmasıyla ilgili yazımda Fenerbahçe'nin çok tempolu oynadığını, rakip ceza sahasını ablukaya aldığını yazmıştım. Ancak bunu genel oyun karakterindeki bir değişikliğe değil, zeminin Fenerbahçe'nin alışılmış ağır pas trafiğine müsaade etmeyen haline bağlamıştım. Sivas ve Bursaspor karşılaşmalarını izledikten sonra bu durumun gerçekten de oyun karakterindeki bir değişiklik olma ihtimalini değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Fenerbahçe'nin Bursaspor karşısında oynadığı ilk 45 dakikalık temposuna ayak uydurmak Türkiye'deki takımlar için hayli zor olacak. Özellikle de düzgün bir zeminde Saraçoğlu'nda oynanan karşılaşmalarda...


Semih Şentürk topu iki Bursaspor'lu oyuncudan kurtarmaya çalışıyor.

3- Semih Şentürk: Semih'in devre arasında sözleşmesinden dolayı kulüp yönetimiyle yaşadığı problemler "Semih sezon sonu yolcu" düşüncesini uyandırdı çoğumuzda. Dolayısıyla da Semih'in ligin ikinci yarısında Fenerbahçe'ye bir katkı sağlamayacağını düşündük. Ancak Semih'in son haftalardaki performansı 2008 yaz aylarından kalma İsviçre ve Avusturya anılarını canlandırdı bir anda. İleriye oynanan her topu sakladı, arkadaşlarına kazandırdı, rakip defansı fena halde yıprattı, yetmedi gol de attı Semih. Sezon sonunda sözleşmesi bitecek mi, kalacak mı, gidecek mi bilemeyiz. Ancak Semih bize bu takımı ve bu kulübü ne kadar çok sevdiğini bir kez daha gösterdi.

4- Sorumluluk ve Alex'sizlik: Yanlış anlaşılmasın, Alex'sizlik derken Alex'in sahada olmama durumundan bahsetmiyorum. Alex sahadayken de Alex'siz oynamayı bilmekten bahsediyorum. Alex çok büyük bir oyuncu ve takım üzerinde kaptanlığın da verdiği ağırlıkla birlikte büyük bir etkisi var. Yıllardır bütün oyuncular top kendilerindeyken önce Alex'i arıyorlar sahada. Bu durum öncelikle Alex'i fazla yoruyor ve topla esas etkili olacağı bölgelerde iş yapmasını engelliyor. Ayrıca Fenerbahçe'yi kolay kontrol edilebilir bir takım haline getiriyor. Ancak görünen o ki işler değişmiş Fenerbahçe'de. Artık bireysel yeteneklerinin ne kadar üst düzeyde olduğunu bildiğimiz oyuncular bu yeteneklerini takım için sahaya yansıtmaya başlamışlar. Karşılarına bir rakip oyuncu geldiğinde ne durumda olduğuna bakmadan hemen en yakın adama topu atıp sorumluluktan kaçmaya çalışan oyuncular gitmiş, yerine rakibi geçmeye çalışan, topu en uygun durumdaki arkadaşına iletmeye çalışan ve bunun için gerekirse 40-50 metrelik paslar deneyen oyuncular gelmiş. Sanırım bunun öncüsü de Özer ve Emre oldu. Bu iki oyuncu Alex sahadayken de sahada yokken de sorumluluktan kaçmadıklarını bize ligin ilk yarısında da göstermeye çalıştı. Şimdi yanlarına Santos, Uğur, Semih ve Christian da eklenince, artık Alex topla orta saha yuvarlağında değil, arkadaşları topu rakip ceza sahasına getirdikten sonra buluşmaya başladı. Bu da Alex'in yaratıcı özelliklerini daha fazla kullanabilmesini ve takımın daha çok pozisyon bulmasını sağlıyor.


Kondisyon ve motivasyon ustaları Daum & Koch

5- Kondisyon: Daum ve Koch'un takımlarının maçların 70. dakikasından sonra rakiplerine üstünlük sağlamaları bilinen bir durumdur. Hatta Daum'un önceki Fenerbahçe deneyiminde bu durum istatistiklerle de kanıtlanmıştı. Fenerbahçe'nin attığı gollerin büyük bölümü karşılaşmaların son 30 dakikalık bölümlerinde geliyordu. Neredeyse ilk yarıları izlemeye stada gelmeyecekti taraftar o dönemde, "nasıl olsa ikinci yarı atıyoruz golleri" diye. Daum ve Koch'un takıma getirdikleri bu çok önemli artı yukarıda saydığımız diğer maddelerin varolmasını sağlayan esas faktördür. Güçsüz takımlar istekli olsalar da mücadele güçleri zayıf kalır. Kondisyonunuz eksikse 15 dakika tempo yaparsınız, ancak sonrasında topa vuracak gücünüz bile kalmaz, mecburen sorumluluktan kaçmaya başlarsınız. Kondisyonu yüksek oyuncular da tıpkı güçsüz oyuncular gibi durumlarının bilincindedir; bu yüzden de kendine güvenleri yerindedir. Ne yapabileceklerini çok iyi bilirler ve bunları sahada göstermeye gayret ederler. İyi oynadıkça daha da istekli, iştahlı oynamaya başlarlar. Takıma yükledikleri enerji ve motivasyonla kim ne derse desin ligin ikinci yarısının hemen başındaki bu tadından yenmez Fenerbahçe performansının esas mimarları Daum ve Koch'tur.

Fenerbahçe'nin taktik yapısı ve oyuncu zihniyetinde ligin ilk yarısına göre oluşan temel farklar yukarıda saydıklarım gibi gözüküyor. Açıkçası takımda gördüğüm başka farklar da var Ancak bunları gözlemlemek ve kesin yargıya varmak için bir kaç hafta daha geçmesinin doğru olacağını düşünüyorum. Sanırım Christoph Daum'un ikinci yarı için çok basit bir planı var. İlk yarıda kimselerin beğenmediği bir futbol oynamasına rağmen devreyi lider kapattı Fenerbahçe. Bunu da tamamen ligin ilk maçlarını puan kaybı olmaksızın geçmesine borçlu. Eğer Fenerbahçe buna benzer bir devre daha oynayabilirse ligi şampiyon olarak kapatacak. Yani o 8 maçta 8 galibiyet serisine benzer bir seri daha yakalarsa hem rakipler yıpranacak, hem de liderlik korunacak. Dolayısıyla sanırım Daum takıma tıpkı sezon başında olduğu gibi müthiş bir kondisyon yüklemesi yapmaya ve ikinci devreye de tıpkı ilk devre olduğu gibi erken form tutmak suretiyle hızlı başlamak istedi. Eğer takım Mart sonuna kadar kayıpsız gelebilirse havaların ve -umuyoruz- zeminin de düzelmesiyle ligin son haftalarına puan ve moral avantajıyla girebilir. Evdeki hesabın çarşıya uyup uymayacağını göreceğiz. Ancak bir futbolsever olarak Fenerbahçe'nin bu hızlı ve bol pozisyonlu oyununun devam etmesi en büyük dileğim.

4 Şubat 2010 Perşembe

Kerem Öncel & Ömer Üründül





TRT spor spikeri Kerem Öncel


Az önce Fenerbahçe ve Bursaspor arasında oynanan Ziraat Türkiye Kupası Çeyrek Final karşılaşmasını TRT'den izledim. Hava ve Saraçoğlu'ndaki zemin muhalefeti sebebiyle stada gitmeme hakkımı kullandım bu seferlik. Maç o kadar tempolu ve güzel geçiyordu ki pişman olmak üzereydim gitmediğime. O sırada vicdanımın imdadına karşılaşmayı TRT ekranlarından anlatan Kerem Öncel yetişti. Gerçekten de son zamanlarda (10-15 sene mi desem bilemiyorum) Türk futbol karşılaşmalarında dinlediğim en başarılı maç anlatımlarından biriydi. Nedenlerini sıralayalım:

- Pozisyon tekrarlarında açıkça fikrini beyan edebiliyor; kıvırmadan, çekinmeden "ofsaytmış" diyebiliyor
- Abuk sabuk şiirler yazıp, benzetmeler yapmıyor
- "Televizyon yayınlarında sadece görünenler anlatılmaz, detaylı bilgiler de verilir" yaklaşımının suyunu çıkartmıyor. Yani futbolcuların amca oğullarının ayakkabı numaralarına dair bilgiler vermiyor.
- Taktik anlamda sağdan soldan duyduğu klişeleri kullanmak yerine kendi kelimeleriyle insanı boğmadan yorum yapabiliyor.
- Bazı maç spikerlerinin yaptığı gibi; a) kendilerine "el veren" ustalarının; b) bu meslekte daha önceden prim yapmış isimlerin; ses tonlarını, vurgularını ve kalıplaşmış kelimelerini taklit etmiyor.
- Futbolcuların isimlerini kafasına göre değiştirip, alakasız şekillerde telaffuz etmiyor.
- Gereksiz yerlerde olur olmaz ses yükseltip heyecan yapmıyor.
- Maçı televizyondan izleyen insanlar için hayatı daha kolay hale getiriyor, stadyumda olan ama televizyona yansımayan önemli bir şey varsa hemen aktarıyor.
- Ömer Üründül'ü idare edebiliyor, seyircinin çıldırmasına engel oluyor.


Futbol yorumculuğuna kendine has bir yaklaşım getiren Ömer Üründül


Tüm bu sebeplerden dolayı Kerem Öncel'i tebrik ediyorum. Nazar değmesin, hep böyle devam etsin. Diğer spikerler ve "spikerimsi ozanlar" da kendisini örnek alsın mümkünse. Ancak maç esnasında öyle bir Kerem Öncel ve yanında karşılaşmayı yorumlayan Ömer Üründül arasında öyle bir diyalog yaşandı ki, işte esas "iyi ki televizyondan izlemişim bu karşılaşmayı" dedirten hadise de budur. Bu olayı sizlerle paylaşmadan önce bir kaç sezon önce ünlü bir spor yorumcusunun bir karşılaşmanın canlı yayını esnasında farkında olmadan (reklamda zannediyordu kendisini) bir başka teknik direktör ve futbol yorumcusunu kastederek sarfettiği sözleri hatırlatmak istiyorum. İkisi bağlantılı zira:

"Biz de biliriz kulübede soyunup çizgiye gelen Altan'ın kelini yukarıdan görüp, 'Hoca'nın acilen yaratıcı bir oyuncu alması lazım' demeyi!"

Evet, bir kaç sene önce bizi çok güldüren ve içinde doğruluk payı olduğunu da gayet iyi bildiğimiz bu cümleyi de hatırlattıktan sonra Kerem Öncel ve Ömer Üründül olayına geçebiliriz. Fenerbahçe-Bursaspor karşılaşmasının takriben 60. dakikası. Bursaspor 3-0 mağlup durumda ve son 5-6 dakikadır Fenerbahçe yarı sahasında. Ancak oyunun hakimi net bir şekilde Fenerbahçe; her an kontradan gol atabilir gibi gözüküyor. O esnada ani gelişen Ömer Üründül yorumu ve akabinde oluşan diyalog şöyledir:

ÖÜ = Ömer Üründül
KÖ = Kerem Öncel

ÖÜ: "Daum'un acilen orta saha takviyesi yapması lazım. Skor avantajını yakalamışsın, orta sahaya pres yapan koşan bir oyuncu gerekiyor artık."
: "Yapıyor zaten?!?! Selçuk oyuna girmek için hazırlık yapıyor, oyun durduğunda değişiklik yapılacak sevgili izleyiciler."
ÖÜ: "-"
: "....Özer....geriye dönüyor, Gökhan Gönül'e....."
ÖÜ: "-"
: "-"

(30 Saniye kadar süren sessizlikten sonra)

: "Eeöö siz tabi onu görmeden yapmıştınız o yorumu, evet, eheh"
ÖÜ: "...."

Maçın orta yerinde kahkahalarla gülmeme sebebiyet veren yıllarca unutulmayacak bu diyalog için ayrıca teşekkür ediyorum Kerem Öncel ve Ömer Üründül'e. Bu tadı hiç kaybetmesinler zira Türk futbolunun böyle eğlenceli ikililere her zaman ihtiyacı var. :)

Bu arada genel olarak TRT'nin maç yayını iyiydi. Tek kusur top oyundayken bu kadar tempolu bir karşılaşmada mütemadiyen tribün manzaraları göstermeleriydi. Bir çok pozisyonu kaçırdık bu yüzden. Artık yönetmen midir, resim seçici midir sorumlusu bilemiyorum ama biraz dikkat etmek lazım. Top auta çıktığında, oyun durduğunda verilebilir bu görüntüler, ki çok da lazım değil açıkçası. Bir iki kere gösterilse yeter. Fazlası yayını maçtan, yani amacından uzaklaştırıyor.

Efsanevi Medya Hareketleri

Bu aralar malum, boş vaktim çok olunca bazı konulara fazla takıyorum kafayı sanırım. Gereksiz konular bunlar belki, farkındayım; ama yine de içimden gelen "Yuh be"leri dışarı vurmak zorunda hissediyorum kendimi. Yoksa patlayacağım mazallah...

Evet yine bir gazete, yine saçma sapan, gereksiz yer işgalinden başka bir sıfatı olamayacak bir haber. Haber de değil de işte, haber müsvettesi. Geçen gün o muhteşem Ümit Davala yazısına değindik uzun uzun. Bugünkü konuda yorum yapmayacağım fazla. Zira ben böyle baştan savmalık görmedim, diyecek de pek bir şey bulamıyorum.

Efendim, konu başlığı "en çok işlenen moda günahları". Güzel. Okuyalım, öğrenelim bakalım neymiş bu günahlar, biz de işliyor muyuz, işliyorsak sevaba nasıl geçeriz bir görelim dedik. Bastık Milliyet gazetesinin anasayfasındaki, üstelik de o hani koca koca fotoğraflarla "esas başlık" statüsüne soktukları konular arasındaki haberin link'ine.

http://www.milliyet.com.tr/fotogaleri/40607-yasam-en-cok-islenen-moda-gunahlari/1

Karşımıza öncelikle Britney Spears'in göğüs uçları, pardon, "günahları" çıkıyor. Bir kaç fotoğraf böyle geçiyor. Derken Sharon Stone beliriyor ekranda, "orta yaşta mini etek giymek" adlı günahıyla. Hemen akabinde aynı günahtan hüküm giyen Madonna. Geçen gün bir arkadaşım Madonna için "ben bu kadınla bu dünyada beraber olmak istemeyecek bir insan olduğunu sanmıyorum; erkek, kadın, farketmez..." demişti. Ben de ziyadesiyle hak vermiştim. Demek ki mini etekle görmemiz gerekiyormuş beğenmemek için! Günahkar işte ne olacak!

Fotoğraflar ilerlediğinde bu kez erkek günahkarlarla tanışıyoruz. Günahları ortak... Pantolonları kalçalarından düşüyor. 8 Numaralı fotoğraftaki arkadaş gibi vücudum olsa -ki yanılmıyorsam kendisi 50 Cent'ten Acun'un kankası Fifty(!) - bırakın kalçamdan düşürmeyi, komple çıkartırım pantolonu öyle gezerim. Günah hakikaten! İnsanı strese sokuyor zalim adam!

8 numara


Bundan sonraki günahımızın ilk örneği "genç kızların sevgilisi" Jake Gyllenhaal üzerinde gösterilmiş. Jake bu statüsünden sıkılmış olacak ki "çoraplı veya çorapsız sandalet giyen erkekler" modelini benimseyerek günah işlerken görülüyor bu karede. Sandalet bile değil bildiğin Malibu terlik o aslında. Hem de ceketin, kravatın altına! Çalışırken de yapılır mı canım!? Sahi, aktördü değil mi kendisi? Neden takım giysin ki? Sette, çekimde falandır belki. Ne bileyim, karavanından çıkmıştır kahve içmek için. Neyse ne canım, olmamış; düşünmeyelim biz direkt koyalım gazete anasayfasına. Günahın büyük Jake, ona göre!

11 numara


Buraya kadar çok da büyük bir abukluk yok haber içeriğinde, farkındayım. Şahsi fikirdir, olabilir, yakıştırmamıştır bunları yazan adam/kadın Madonna'ya mini eteği. Ama işte 12. ve 13. fotoğraflarla birlikte o ana kadar öne sürdüğü tüm bu görüşleri çöp haline getiriyor, yakıyor, yıkıyor... Bu karelerde çoraplarıyla ve sandaletleriyle iki adet erkek model yansıyor ekranımıza. Üstelik de bir moda defilesi esnasında sahnede yürürken. Yani bu mankenler haberin "moda günahı" olarak sunduğu kombinasyonu bir moda defilesinde, muhtemelen meşhur bir modacının kreasyonu olarak giyinmişler, babalarının hayrına değil.


12 ve 13 numaralar



Eh o zaman gazeteci arkadaş kusura bakmasın ama "Dayı" hiç acımaz, anında yapıştırır lafı: 

"Ne---olll-du kardeşşş? Gü-nah diyordun hani....kardeşşşş? Sevap çıktı di mi kardeşş? Avv-cı kendi tuzağına düşerse, kurtaracak kimsesi olll-mazmışş,    Karrdeşşş."


Bu iki çorap-sandalet fotoğrafının ardından gelen Harrison Ford'la ilgili kareyi hiç yorumlamayayım, fena oluyorum. Bu arada tüm bunlar İngiliz The Sun gazetesinin bir araştırmasıymış. Olabilir, uygun sorular içeren bir anket yapılsa ben de "orta yaş üzeri, bacakları şeklini kaybetmiş teyzeler ve nineler mini etek giymesinler de göz zevkimiz bozulmasın" diyebilirim. Eminim bir çok kadın biçimsiz vücutlu, fazla sıska ya da fazla kilolu erkeklerin matahmış gibi adonis kası niyetine boxer'larını sergilemelerinden de şikayetçidir. Bu haberin The Sun versiyonu düzgündür mutlaka. Eğer değilse onlara da sallıyorum buradan, "damn you people at the Sun for poisoning our newspapers!". Ama bence bizimkiler bunu The Sun'dan okuyup çakmışlardır Sharon Stone'u, Madonna'yı başlıkların üzerine. Ondan sonra da al sana haber... Et kafalısınız diye bizi de et kafalı yerine koymayın artık yahu, yeter.

3 Şubat 2010 Çarşamba

"And The Oscar Goes To..."


Sanırım kimse bu yılın "flaş" filmi Avatar'ın 9 dalda birden aday gösterilmesine şaşırmamıştır. Bunların arasında "En İyi Film" ve "En İyi Yönetmen" adaylıkları olmasını da hepimiz bekliyorduk. Hatta konu açılmışken onu da söyleyelim, muhtemelen çoğumuz bu iki adaylıktan Avatar'ın zaferle ayrılacağını düşünüyoruz. Özellikle En İyi Yönetmen'de bu sene James Cameron ve Avatar duvarına toslayanlar epeyce hayıflanacaklardır. Törende "Bari ikinci kim oldu onu açıklayın da sevinelim" diyenler olabilir, şaşırmayın.

Kısaca aday listesine bir göz atalım, hatta hangi adayların hangi alanda Oscar heykelciğine ulaşacaklarını tahmin edelim. Kendi tahminlerimi her kategoride ayrı ayrı işaretledim. Blog sayfasında buna dair bir Poll bulabilirsiniz; siz de orada ve bu yazının yorumlarında fikirlerinizi paylaşırsanız sevinirim.

En İyi Film

Avatar - Tartışmaya gerek yok, sanırım hepimiz hemfikiriz. Bu yeni nesil animasyon film konusunda konservatif olanlarımız belki hazetmeyebilirler. Ben de önyargılı gittim filme. Ama fikrimi değiştirdi. Bu bile ödülü hakettiğinin göstergesi kanımca.



The Hurt Locker
An Education
Distict 9
The Blind Side
Inglourious Basterds
A Serious Man
Up
Up in the Air
Precious

En İyi Yönetmen

James Cameron (Avatar) - Robert Downey Jr'ın Altın Küre Ödül Töreni'ndeki şaka ile karışık konuşması sonucun bu kategoride de net bir şekilde belli olduğunu kanıtlıyor sanırım: "Bu ödül için kimseye teşekkür etmiyorum. Sherlock Holmes rolünde bana muhtaçtılar. Bu rolü ben oynamasaydım James (Cameron) ve Avatar hepimizi silip süpürecekti!"

Kathryn Bigelow (Ölümcül Tuzak)
Quentin Tarantino (Soysuzlar Çetesi)
Lee Daniels (Preciosus)
Jason Bateman (Aklı Havada)

En İyi Erkek Oyuncu

Jeff Bridges (Crazy Heart) - Günümüz sinemasının en "underrated" adamlarından biridir Jeff Bridges. Daha önce 2001 (The Contender ve 1985 (Starman) ile bu ödüle aday gösterilmiş ancak ikisinde de kazanamamıştı. İlginçtir, her iki adaylığında da tıpkı bu sene olduğu gibi Altın Küre sahibi olarak Akademi Ödül Töreni'ne katılmıştı.


Jeff Bridges @ The Big Lebowski. Al Bundy ile birlikte televizyon ve sinema tarihinin en önemli ekollerindendir bu karakter. Nedendir bilinmez Tam bir Underdog olarak kalmıştır...

George Clooney (Aklı Havada)
Colin Firth (A Single Man)
Morgan Freeman (Yenilmez / Invictus)
Jeremy Renner (Ölümcül Tuzak)

En İyi Kadın Oyuncu

Sandra Bullock (The Blind Side) - Her ne kadar diğer filmleri henüz izlememiş olsam da Sandra Bullock'un bu filmdeki performansının önceki filmlerinden kat kat üstün olması O'nu bir adım öne taşıyor sanki. En büyük rakibi hiç kuşku yok ki Meryl Streep olacaktır.

Helen Mirren (The Last Station)
Carey Mulligan (Aşk Dersi)
Gabourey Sidibe (Precious)
Meryl Streep (Julia & Julia)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu

Matt Damon (Yenilmez / Invitus)
Woody Harrelson (The Messenger)
Christopher Plummer (The Last Station)
Stanley Tucci (Cennetimden Bakarken / The Lovely Bones)

Christopher Waltz (Soysuzlar Çetesi) - Sonucunu tartışmaya gerek bile duymadığım bir başka kategori de bu. Bu kategorinin en önemli kriteri adından anlaşılacağı gibi oyuncunun başrol olmamasına rağmen filme kattığı değer ve başroldeki büyük yıldızın yanında ne kadar "sırıtmadığı" olmalıdır bence. Böyle bakarsak, Christoper Waltz'in (Avusturyalı olduğundan İngiliz usulü {wɔ:lts} şeklinde telafuz edilmiyor) yer yer Brad Pitt'in önüne geçen performansı sanırım bu yılın en hakkaniyetli ödülünü kazandıracak kendisine.


Christopher Waltz ve o efsane tatlı yeme sahnesi...


En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu

Penelope Cruz (Nine)
Vera Farmiga (Aklı Havada)
Maggie Gyllenhaal (Crazy Heart)
Anna Kendrick (Aklı Havada)
Mo'Nique (Precious)

Bu kategoriye yorum yapamıyorum. Ancak Jay Leno'yu takip ettiğim kadarıyla Anna Kendrick bu aralar çok popüler Amerika semalarında. Bir faydası olur mu bilinmez elbet...

En İyi Animasyon Film

Coraline (Henry Selick)
Fantastic Mr. Fox (Wes Anderson)
Prenses ve Kurbağa / The Princess and the Fog (John Musker and Ron Clements)
The Secret of Kelles (Tomm Moore)

Yukarı Bak / Up (Pete Docter) - Akademi Üyeleri sanırım bu filmi En İyi Film Ödülü'ne aday göstererek bu kategorinin galibini daha adaylık açıklama sürecinde ilan etmiş oldular. Seçimlerinde haksız olduklarını da söyleyemem. Animasyon filmlerinde karakterle kendimizi özdeşleştirmemiz biraz daha zor oluyor diye düşünüyorum. Bu da animasyon film yapımcılarının, yönetmenlerinin önündeki bir engeldir. Up bu engeli o kadar rahat aşmış ki biz bile Tubik ve Cenk'le izlerken birbirimizin ne kadar etkilendiğine inanamadık. Harika bir film. Disney ve Pixar'dan da bu beklenirdi zaten.


Up... Evet, "thumbs up, way up!!"


En iyi Sanat Yönetimi

Avatar - Büyük bir sürpriz olmazsa Avatar'ın alması kesin gibi gözüken bir çok kategoriden biri de bu.

The Imagination of Dr. Parnassus
Nine
Sherlock Holmes
The Young Victoria

Sinematografi

Harry Potter and the Half-Blood Prince
The Hurt Locker
Inglourious Basterds
The White Ribbon

Avatar - Yine Avatar'ın sinema dünyasında çığır açmasıyla büyük ölçüde kazandı diyebileceğimiz bir kategori. Ancak bu alanda Tarantino da Inglourious Basterds ile iyi işler yapmış açıkçası. Bu arada yeri gelmişken... Harry Potter must die !!!  Kazık kadar adam oldun hala ölemedin be Harry, yeter be Harry!

En iyi Kostüm Dizaynı

Bright Star
"Coco" before Chanel
The Imaginarium of Dr. Parnassus
Nine
The Young Victoria

Çok kararsız kaldığım bir alan bu. Açıkçası bu kategoride genellikle The Young Victoria tadındaki filmler avantajlıdır. Ancak burada bir Chanel hadisesi var ki yani bu film hangi kategoride Oscar'a aday olur diye sorsalar bunun dışında başka da kategori gelmezdi aklıma açıkçası. Geleneksel Akademi yaklaşımıyla Young Victoria, popülist Akademi yaklaşımıyla Chanel alır gibi geliyor. O anki moduna bakar Akademi üyelerinin...

Film Editing

Avatar
District 9
The Hurt Locker
Precious: Based on the Novel "Push" by Sapphire

Inglourious Basterds - Avatar'ın aday gösterilip de alamayacağı tek kategori bu olsa gerek. Aynı zamanda Tarantino'yu James Cameron ve Avatar duvarına çarpmaktan kurtaracak tek kategori... Şahsen "Basterds"in bu kategoride bir Oscar heykelciğini fazlasıyla hak ettiğini düşünüyorum. Muhteşem kurgulanmış bir filmdi. Avatar'ın hikayesi artık o kadar alışılmış bir hikaye ki, tonlarca epik film örneği var Hollywood'un son 35 senesinde ve bunların kurgusu hep aynı. Avatar'ın bu kategoride pek bir özelliği yok diye düşünüyorum.


District 9'a dikkat, sürpriz yapabilir...

Make-Up

Il Divo
The Young Victoria
Star Trek - Il Divo hakkında bir şey bilmiyorum açıkçası. The Young Victoria da yine Kostüm alanındaki kadar iddialıdır bu ödülde. Ancak Avatar'ın aday olmayışı (ki bu alanda aday olmayan ilk bilim kurgu tadındaki filmdir Avatar; makyaj yapacak aktör yok filmde tabii) Cenk ve benim için tümüyle hayalkırıklığı, Tubik içinse tümüyle hayal kurma vesilesi olan (sinemada uyudu da izlerken) Star Trek için bir piyango olacak korkarım.


Sylar.. Yok hayır, bu Spock'ın gençliğiydi doğru ya. Zachary Quinto'nun üzerine Sylar öyle bir yapışmış ki Star Trek'te bile arıza çıkaran Vulcan'lıyı oynattılar adama.

En iyi Müzik: Orjinal Şarkı ( "Music: Original Song" diyorlar buna aslında)

Almost There  - (The Princess and The Frog - Söz & Müzik: Randy Newman)
Down in New Orleans (The Princess and The Frog - Söz & Müzik: Randy Newman)
Loin de Paname (Paris 36 - Müzik: Reinhardt Wagner, Söz: Frank Thomas)
Take it All (Nine - Söz & Müzik: Maury Yeston)
The Weary Kind (Crazy Heart - Ryan Bingham & T-Bone Burnett)

Bu kategoride benzer bir ödülü Altın Küre'de de alan Crazy Heart'ı biraz şanslı görüyorum. Ancak tam da bir bilgim yok o yüzden kesin bir yorum yapmıyorum.

En iyi Özgün Müzik (Buna da  "Music: Original Score" deniyor)

Avatar - James Horner
Fantastic Mr.Fox - Alexandre Desplat
The Hurt Locker - Marco Beltrami & Buck Sanders
Sherlock Holmes - Hans Zimmer

Up - Michael Giacchino - Bu filmi izlerken müziklerin ne kadar filmle uyumlu ve başarılı olduğunu düşünmüştüm. Aynı şeyi filmi birlikte izlediğim insanlar da düşünmüş. Hatta uzun bir süre sonra ilk defa film sonunda credit roll kısmında müzikleri kimin yaptığını görmek için bekledim. Ratatouille ve The Incredibles'daki başarılarından sonra, bu yıl Grammy'e iki filmle birden (Up, Star Trek) aday gösterilen Michael Giacchino'nun, Altın Küre kazandığı Up ile bir de Oscar heykelciği edinmesi halinde animasyon film sektörünün John Williams'ı olduğunu söylemek pek de yanlış olmaz sanırım. Sonucuna garanti diyebileceğim kategorilerden biri de budur; Giacchino alamazsa Akademi'yi basarım...



En iyi Görsel Efekt

Avatar - Fazla söze gerek yok sanırım...
District 9
Star Trek

En iyi Özgün Senaryo

Kararsız kaldığım bir başka kategori daha. Tarantino'nun sene boyunca yaptığı reklam ve her yerde "ben aslında bunu yazmaya 15 sene önce başladım" muhabbeti ile bu ödüle oynadığını düşünüyorum uzun süredir. Aslında özgünlük bakımından hiç de fena bir hikaye değil Inglourious Basterds. Ancak diğer filmleri tam olarak bilmediğimden kesin bir tahmin yürütemiyorum.

The Hurt Locker
Inglourious Basterds
The Messenger
A Serious Man
Up



Evet, neredeyse tüm kategorileri listeledik. Başka kategoriler de var elbette ancak sanırım en popüler olanlar ve film endüstrisinin dışından biri olarak yorum yapabileceklerim bunlarla sınırlı. Bakalım Akademi üyeleri bu yılki seçimleriyle gözümüze girecek mi? Yoksa yeni bir "Million Dollar Baby" vakası daha mı geliyor?
Yorum ve tahminlerinizi bekliyorum.

Not: Adaylıklarla ilgili bilgiler için buraya göz atabilirsiniz.